Hayata Dair

Hikayelerimiz

Hikayelerimiz 150 150 dolunay

Hikayelerimiz var, her birimizin, her olayın, her canlının ve cansızın bir hikayesi var. Bazen aşk, bazen ayrılık, bazen aldatılma, bazen dolandırılma, bazen başarı, bazen komik bazen trajikomik…

Kendine, iş arkadaşına, düşman bildiğine, dostuna, çevrene, doğaya, ağaca, kuşa, oturduğun sandalyeye ya da kullandığın telefona, okuduğun kitaba hikâyesini merak ederek baktın mı hiç?

Kendimi bildim bileli hikâyelere meraklıyımdır. Belki de bundandır psikoloji alanında okumam ve çalışmam… Doğabilimci de olabilirdim ancak insan daha öne geçti o vakitler! Bu da herhalde kendimi merakımdandır.

Doğadaki, evrendeki her canlının ve bize göre cansızın hikâyesini bilmek istemişimdir. Bazen bir ağaca sarılıp ya da dokunup, bazen tepesine çıkıp ona hikâyesini sormuşluğum vardır… Dinlemişimdir, rüzgârın dilinden… Tepesinden düştüğüm limon ağacına saygılar!

Uyuduğum divanın ahşap sırtına her akşam ve sabah elimle dokunup, oluş hikâyesini hissetmeye çalışmam ya da şehrin ortasından geçen nehrin nereden geldiğini ve nereye gittiğini, o nehirde bir damla olsam hissedeceklerimi, suyun içindeki tüm canlı ve cansızı algılamak için kurduğum hayaller beni doğaya, çevreye ve bana yakınlaştırmış!

İlk aşk, ilk acı, baba kaybı, arkadaşlıklar, dostluklar, yapılan dedikodular ve atılan ve yenilen kazıklar, hırslar, tutkular, karalılık ve azim hikâyeleri, kendi hikâyelerim ve dinlediğim binlerce hikâye beni insana ve bana, özüme yaklaştırmış, daha derinden hissettirmiş İNSAN’ı!

Tüm ailesi tarafından kalpsizlikle, soğuklukla, sevgisini hiç göstermemekle, gaddarlıkla suçlanan bir babanın, babasından uzun yıllar şiddet gördüğünü, anne babasının ona hep mesafeli ve soğuk davrandığını bu nedenle şimdi istese bile çocuklarına dokunamadığını içeren hikâyesini dinlediğinde, onun hayat hikâyesini bir anlığına hissettiğinde, onunla ilgili sende neler değişir? Bence, kalbin yumuşar, yargılar ve yorumlar susar, sadece anlarsın.

İş hayatında başarılı olmak için her yolu deneyen hırslı, kıskanç, rekabetçi iş arkadaşının çocukluk hikâyesine kısaca göz gezdirdiğinde; başarıya ulaşmak için her yolun mubah olduğunun öğretildiği bir ailede, hayattaki en önemli şeyin başarı ve para olduğunun yerleştirildiği, anne baba sevgisinin bile okul notlarına göre verildiği bir aile ortamı görsen onunla ilgili yargı ve yorumlarına ne olur?

Ağzına rastgele attığının, tadını bile doğru dürüst algılamadığın bir kuru üzümün ya da fındığın senin evine, senin eline gelinceye kadarki uzun ve zahmetli üretim ve satış sürecini bir anlığına fark etsen, tadı nasıl değişir?

Bardağına koyduğun çayı içerken aynı anda çay filizine gitsen, Rize’deki çay bahçelerini gözünün önüne getirsen, bir çay filizi olsan bir anlığına, nefes alsan ve bir yudum alsan çaydan, o çay en güzel çay olur dünyadaki…

Şimdi önce kendi hikâyeni fark et, kendine kızdığının bir olay ya da davranışınla ilgili altındaki hikâyeyi dinle, hangi pozitif ihtiyacından doğmuş ve sonra seni kızdıran bir arkadaşının hikayesini merak et. Belki bir gün dinlersin! Ve çevrendeki her şeyin bir hikâyesi olduğunun farkındalığıyla bak dünyaya…

Her şeyin, herkesin, her iyiliğin ve kötülüğün, her canlının ve cansızın bir hikâyesi var merak edene… Görünenin arkasındaki hikâyeler… Hikâyeler bizi kendimize, birbirimize yaklaştırır, birbirimize bağlar, BİR yapar.

Çiftçi ve mısır

Çiftçi ve mısır 150 150 dolunay

Masalları sevdiğimi uygun bulduğum her ortamda dile getirim, bu köşe aracılığıyla da sevdiğim masallardan bazılarını sizlerle dönem dönem paylaşıyorum. Masal anlatma ve yazma eğitimlerini aldığım güzel insan Judith Malika Liberman’ın geçen hafta ‘MASAL TERAPİ’ isimli kitabı yayınlandı. 7’den 70’e her yaş grubuna hitap eden çok güzel bir masal kitabı yazmış Judith. Kitabı incelediğimde ve ilk masalımı okuduğumda kendi kendime söylediğim ilk cümle şu oldu “Aaa bu kitap yaşıyor” 🙂

Hepimiz için oradan bir masal diledim ve sayfayı açtım, işte masalımız ve bende bıraktıkları…

‘O sene yetiştirdiği mısır, tarım festivalinde birinci seçilen bir çiftçi, tohumlarını ülkenin dört bir yanındaki çiftçilere dağıtarak herkesi şaşırtır. Ona neden böyle yaptığını sorduklarında “Çömert bir davranış gibi görünebilir ama aslında epey bencilce davrandım. Doğada hiçbir şey birbirinden ayrı değildir. Tarlalarımızın sınırlarını biz görürüz ama rüzgar görmez. Bir tarladan bir poleni alıp diğer tarladaki mısıra taşır. Bu yüzden komşularımın daha düşük kalitede mısır yetiştirmesinden ben zarar görürüm. Ancak etrafımdaki herkesle birlikte olursa en iyi kalitede mısır yetiştirebilirim’” diye açıklar.

Doğadaki güzelliğin, büyüleyiciliğin, ahengin nedeni, bence cömertliği, koşulsuzca paylaşımı ve kapsayıcılığı. Doğada her şey BİR ve dengede. İnsan eli doğaya karıştığında ise bu ahenk ve birlik sarsılıyor. Kibir, bencillik, her şeyin insana hizmet etmesi gerektiği düşüncesi, insanın üstün olduğu inancı sadece insana ait. Doğaya hükmedebileceğini zanneden insan!

Masaldaki çiftçi eğer ödül alan mısır tohumunu saklasaydı tohumunu saf bir şekilde koruyamayacağı gibi insanlarda bilgilerini, sevgilerini, neşelerini, paralarını, yemeklerini, emeklerini, acılarını-tatlılarını…vb paylaşmazlarsa sağlıklarını, varlıklarını ve birliklerini koruyamazlar!

Dünyanın bir ucundaki kelebeğin kanat çırpışından dolayı dünyanın diğer ucundaki varlıklarının bile etkilenebildiği gerçeğiyle bir insanın canının acıdığı, hakkının yendiği bir durumda diğer insanlarda etkilenir inancındayım. Dünyaya baktığımızda bunu net görüyoruz, yaşıyoruz! İnsan aklının, gönlünün, vicdanının çok zorlandığı olaylar ülkemizde dahil neredeyse tüm dünyada yaşanıyor.

Şimdi bir kaç dakikalığına bir hayale ortak olalım.

‘Bir ülke düşünün ki, bizimkiler, ötekiler, yarış, sınav, rekabet, ..vb tanımlarının paylaşım, barış, sevgi, birlik, neşe, bolluk değerleri ile yer değiştirdiği, dil, din, ırk, mezhep ayırımlarının çoktan insanlık tarihinin utanç dolu sayfalarında bırakıldığı, “hepimiz birimiz birimiz hepimiz için” ilkesinin tüm ülkede temel felsefe kabul edildiği, kadın ve erkeğin her alanda eşit ve tam sayıldığı, farklılıkların renk kattığı, çocukların çocukluklarını yaşadığı, doğayla uyumlu, bolluk içinde bir ülke, bir dünya…’

Ülke ya da dünya sınırları içinde yaşanan herhangi bir doğa ya da insanlık ayıbından kendini sorumlu hisseden biri olarak size delilik ya da ütopik gelebilir ama benim hayalim budur.

İnsan olma yolcuğu her şeye rağmen ezerek kırarak, yok ederek değil bütünle birlikte bütüne hizmetle olmasını diliyorum.

Sevgilerimle…

Korku

Korku 150 150 dolunay

İnsan dünyaya geldiği an itibariyle çevresinden gelen uyaranlarla, davranış ve tepkilerle pek çok duyguyu öğrenir. Sevgi, neşe, güven, merak, acı vb. Negatif ve pozitif pek çok duyguyu deneyimleyerek kaydeder.

5 yaşının altında, insan tepki ve kararlarını bilinçaltının iki temel güdüsüyle ‘Hayatta kalmak’ ve ‘mutlu olmak’ için fark etmeden verir.

Korku negatif duygular arasında en önemlisidir, en güçlüsüdür. Çok küçükken öğrendiğimiz hayatta kalmamız için gerekli bir duygudur KORKU! Bazen karanlıktan, bazen koridorda karşımıza çıkan bize göre dev gibi olan babamızın gölgesinden ya da kendisinden korkarak, bazen sevmek için uzandığımız kedinin tırmığından, bazen ablamızın oyun olsun diye yaptığı değişik bir yüz ifadesinden korkmayı öğreniriz. Bizi gece yarısı sıçrayarak uyandıran korkulu rüyalarımız vardır, yeniden uyumaya korktuğumuz.

Ve üstüne koya koya gideriz korkularımızı!

5 yaşından sonra ise soyut ve somutu ayırt edebilmeye başladığımızda aklımız yani bilincimiz devreye girer ve eğer sorgulamayı öğreten bir sistemin içindeysek, bilinç ve bilinçaltımız el birliğiyle İNSAN olma yolcuğumuzu destekler. Kararlarımızı, davranışlarımızı seçebilme süreci başlar. Örneğin; karanlıktan korkuyorum oysaki karanlık sadece ışığın olmadığı durum, ne olacak ki sanki desek gözümüz karanlığa alışır ve artık karanlık korkmaz oluruz. Tabii ki korkunun üstüne gitmeyi tercih edersek!

Korkunun belli bir dozu iyidir aslında bizi hayatta tutar; trafikte dikkatimizi toplamamıza, hızımızı kontrol etmemize, çok yüksek bir yere çıktığımızda dikkatli olmamıza yani hayatta kalmamıza yardım eder. Temkinli olmamızı sağlar.

Korkunun dozu arttığında ise işte o zaman insan ruh sağlığı açısından tehlike çanları çalar! Köpekten, kediden, yüksekten, karanlıktan, açık alandan, kapalı alandan korkarız, denizden, karadan, havadan, sudan, korkarız da korkarız!

Korkularımızın bir de daha derinde gizlenenleri, bizi gizli gizli yönetenleri vardır; sevilmemek, yalnızlık, başarısız olmak, parasız kalmak, yok olmak, ölüm, sevdiklerimizi kaybetmek gibi…

Korkularımızla ele el giden travmalarımız var. Yaşadığımız ülke travma cenneti! Deprem, sel, terör, maden kazaları, trafik kazaları, ölümler, cinayetler, tecavüzler, kayıplar vb. İnsanın ruh ve beden sağlığına en çok zarar veren, güvenlik ve hayatta kalma alanına en büyük tehdit ,yaşadığı ve tedavi edemediği travmalardır.

Korkular ve travmalarımız en ince karnımızdır hayatta. Korkularımız bizi, ilişkilerimizi yönetir, Bizi sınırlandırır. Çocukken yeterince sevilmediysek, takdir görmediysek hep birileri bizi çok sevsin, takdir etsin diye bekleriz ve azıcık sevgiler uğruna neler neler feda ederiz!

Bazen bitirmemiz gereken ilişkileri bitiremeyiz sevileyim ya da yalnız kalmayayım diye, bazen de başarılarımızı bile yeterince kutlayamayız, daha daha çok kazanmalıyım bu yetmez diye! Bazen sevdiklerimizi kaybetmekten korkarız ortada hiçbir şey yokken ve zamanı ziyan ederiz acıyla, korkuyla! Bazen ölümden korkarız ölümü hiç yaşamadan! Çoğunlukla da yaşamaktan korkarız pek çok şeyi!

Çok sevdiğim bir söz der ki; Cesaret, korkmamak demek değildir. Korksan da korkunun içinden geçerek devam etmektir.

Erol Evgin’in şarkısı yankılandı kulaklarımda…

Hani ıssız bir yoldan geçerken
Hani bir korku duyar da insan
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey…

Korkularımız hayatımızın pek çok anında bize eşlik eder. Önemli olan onları yok saymak değil, önemli olan; onlarla yüzleşerek, fark ederek, barışarak onların içinden geçmektir. Bazen şarkı söyleyerek bazen ıslık çalarak ve hep gülümseyerek.

Bir FOK’un gözünden

Bir FOK’un gözünden 150 150 dolunay

Deniz ve insanlar uykudayken denize girmeyi çok severim. Geçen hafta tatil için gittiğimiz beldede denizi uyandırmadan denize girmek için sahile gittiğimde bir sürprizle karşılaştım.

Siyah bir kütle kıyıda yatıyordu ve yanında bir adam 2 metre kadar ötesinde duruyordu. İlk başta köpek zannettiğim bu kütlenin bir Akdeniz foku olduğunu anladım.

Heyecan ve merakla yaklaşmaya başlamıştım ki sonradan balıkçı olduğunu öğrendiğim adam beni durdurarak ‘Çok yaklaşmayın lütfen, lütfen dokunmayın, insanlara alışması iyi değil, alışırsa zarar görür, biraz yorulmuş ve kaslarında ağrı var galiba, dinlenip gider’ dedi. 5 metre kadar öteden izledim biraz. Onun kalp atışlarını, soluk alıp verişini hissettikçe bir an için onun gözünden baktım dünyaya. O soluk alıp verdikçe fok oldum birkaç dakikalığına…

En çok hissettiğim duygu yalnızlık duygusuydu o olduğum dakikalarda ve nereden geldiğini anlayamadığım hüzün ve acı…

En zalim hayvan olan insan tarafından gerek derisinden, gerek yağından faydalanmak üzere katledilen fokları düşündüm. Fokların yağı güzellik ürünlerinin yapımında derisi de giyim kuşamda kullanıyor, kendimden utandım.

Badem’i düşündüm. Foçalı meşhur Badem, insanlarla iç içe yaşadığı için başına gelmeyenin kalmadığı canım Badem’i!

Akdeniz fokları soyu tükenmekte olan hayvanlardan. Soyları niye mi tükeniyor? Cevap o kadar açık ki! Bu yüzden cevabı sizlere bırakacağım.

Eğer bir gün sizler de benim gibi denizden kıyıya çıkmış bir fok görürseniz, lütfen;

  • Yaklaşmayın ve insanların yaklaşmasına engel olun,
  • Foku korumakla kendini görevlendirmiş biri yoksa görünürde, mümkünse çevresini 4-5 metrelik daire olacak şekilde iple ya da şeritlerle çekerek insanlardan koruyun,
  • Yetkililere haber verip, Sualtı Araştırma Grubu Akdeniz Foku Araştırma Grubu’na (SAD-AFAG) haber verilmesini sağlayın ya da siz onlara ulaşın.

Senin için en güvenli yer denizler diyeceğim ama doğru olmayacak, ne yaptığını bilmeyen avcılar tarafından vurulma ya da başına başka bir şeyin gelme riskleri var.

Şu anda dünyada insan insanı katlediyor, çoluk çocuk kadın erkek demeden, insanlığını unutmuş bir şekilde … İnsanın insana yaptığı zulüm en ağır şekilde devam ediyor.

İnsana bu kadar acımasız olan insan, sana neler yapar kim bilir?

Ya da sana şefkat göstererek kendini temizlemeye mi çalışır?

Bu nedenle sakın bizlere yaklaşma güzel Fok sakın bizlere dokunma ve güvenme!

Biz insanoğlu gerçek İNSAN olmayı öğrendiğimiz gün doğayla, hayvanlarla dost olabiliriz. O güne kadar kendini bizden SAKIN!

Kalp zoru sever

Kalp zoru sever 150 150 dolunay

Nasıl aşık oluruz , düşündük mü hiç?

Düşünerek, hesaplayarak kitaplayarak aşık olunabilir mi? Zamanlanabilir mi? Bahar gerçekten aşkın mevsimi mi yoksa ‘ben her bahar aşık olurum’ şarkısındaki gibi koşullandık mı?

Aşk her zaman iyi satar, ‘imkansız aşk’ ise tarihe yazılır neden?

Aşkı yaşamamışşa bir kalp, tatmamışsa aşk acısını, gerçekten insan olur mu?

Gönül ve kalp aynı yer midir?

Yıllardır okuduğum, dinlediğim aşk hikayelerinde neden hep zorluklar var?

Kalp kendini seveni neden sevemiyor?

Bir danışanımın sesi kulağıma geliyor:

Benim için her şeyi yapıyor, her istediğimi, o kadar kibar ve nazik ki anlatamam, çok iyi biri, eğer onu sevebilirsem tüm hayatım boyunca beni el üstünde taşır biliyorum, bana çok değer veriyor. Ama ben ona hiç heyecan hissetmiyorum. Sizce evlensem sevebilir miyim sonradan, alışır mıyım ona?

Siz ne dersiniz? Alışır mı, sever mi?

Ve devam ediyor anlatmaya…

Bir kez çok sevdim, fena tutuldum, kör kütük derler ya işte öyle! Hiç kimsenin onay vermediği biriydi. Ne ailem ne de arkadaşlarım bizi uygun bulmazdı. Zıt kutuplardık, beni çok kızdırırdı hatta çıldırttı. Ak dediğime kara, karaya ak derdi. Kendine çok güvenirdi, beni sevdiğini bilirdim ama ağzından çok az sevgi sözcükleri dökülürdü. Ama onun yanındayken sanki tamdım, oraya aittim… Baskılara dayanamadım ayrıldım, çok uzun süre çok acı çektim, şimdi korkuyorum yeniden açık olmaya…

Zıt kutuplar birbirini çeker! Bu fizik kuralı gönül ilişkilerinde de geçerli.

Gönül eşitlenmek için tamamlanmak için zıttı sever. Kendi içindeki koşullar dünyasına inat, kendini esnetebilmek için, olmazları olur yapmak için!

Doğduğumuzdan beri evlilikle ilgili bize öğretilenleri bir düşünün, hepsi koşullar dünyasına ait: evi, arabası olsun, paranın önemi yok insan olsun, karı kızı kumarı olmasın, ince ve nazik olsun, benim gibi düşünsün, inansın, bana benzesin, boyu buyuma huyu huyuma suyu suyuma uygun olsun, uyumlu olsun… Hep koşullar, beklentiler… Herkes kendince iyiyi ister!

Ve kalp, koşullar dünyasına isyan edercesine, koşullu sevgiye karşı çıkarcasına, kendini yakma pahasına da olsa zıttına çekilir fark etmeden. Aklın sözünün pek geçmediği sadece gönlün hüküm sürdüğü bir yere… Bir kişiyi olduğu gibi kabul deneyimini yaşamak için.

Kalp zoru sever! Kalbin gerçekten açılması için gönlün kendini ortaya çıkarabilmesi için yanmaya, acıya gerek vardır. Aşk yakar, acıtır, bununla beraber eğer cesursan yanmaya yeniden yanmaya razıysan kalbini yumşatır gönlünü açar.

Kendine benzemeyeni sever insan!

Koşullar dünyasını kırmak için,

Herkesin birbirinden farklı olduğunu deneyimlemek ve kabul etmek için

Ancak sana benzemeyen seni yumuşatır, değiştirir, farklılıkları sevdirir,

Kötüyü de, zıttı da sevmek için,

Sevdiğini olduğu gibi kabul deneyimi yaşamak için,

İnsanı sevmek için,

İnsanı kabul etmek için,

Kendini sevmek için,

Tanrıya yaklaştırdığı için,

İçinde şefkat, merhamet, tutku, sevgi, merak, keyif, adrelanin, serotonin, neşe, hüzün, acı olduğu için…

Zıtlıklarla, çelişkilerle yüzleşmek için,

Çoğu zaman tüm bunları far ketmeden bilinçsizce sever insan işte o zaman aşk aşk olur!

‘Ben imkansız aşklar için yaratılmışım
Ne kavuşmayı bilirim ne unutmayı’ şarkısı kulaklarımda…

Herkese aşk dolu günler dilerim…

Köleyiz hepimiz

Köleyiz hepimiz 150 150 dolunay

‘Köleliğin bittiğini zannedenler yanılıyor, prangalar ses yapıyordu çıkardılar.’ Prof Dr. Ayhan Aydın’ın söyleşisinde kullandığı bir cümle… Hepimize tanıdık gelecek kapılar açtı bende.

Kölelik nedir? Ayaklarımızdan prangalarla bağlı değilsek bu köle olmadığımız anlamına mı gelir?

Bedenin özgürse ama düşüncelerinden suçluysan ya da korkuyorsan ne kadar özgürsün?

İnandığımız ve uğruna savaştığımız inançlarımızın ve fikirlerimizin hangisi gerçekten bize ait? Hangi fikrin sentezlenerek bile olsa senden bu dünyaya armağan?

Sana iyi yaşam, güzel bir ev, süper bir tatil, harika oyuncaklar ve daha neler neler vadeden düzen bunların karşılığında senden ne ister neler alır ya da götürür? Yıllarca ödemeye çalıştığımız borçların, kredilerin bedelini sağlığımızla öder sonra da iyi olmak için yeniden sağlık sistemine borçlanırız!

Sistemin köleleriyiz hem de en ağırından!

Okuldan yerleşmiş ezber tanım: özgürlük; başka birinin özgürlük alanına kadardır. Başkalarının alanında özgürlük ihlali yapmayacaksın diye anlıyorum bunu! Bir başkasının özgürlük alanına girdiğimi nasıl anlayacağım?

Peki, asıl soru da burada bence: Kim ne kadar özgür? Özgürlüğün sınırları çizilmiş mi? Özgürlüklerin sınırını kim ya da nasıl belirleyecek?

Bilim mi? Kanunlar mı? Din mi? Üçünün en güzel uyumu olan demokrasiyi gerçekten yaşanır kılarsak ama gerçekten… Bugüne kadar hiç tam anlamıyla yaşanmayan demokrasiyi yaşasak herkes için özgürlük olur mu? Yoksa yine bir tarafımız özler mi özgürlüğü? Bunun cevabı bende yok çünkü demokrasinin gerçekten yaşanır olduğu bir ükede yaşamadım. Özlemim bunadır!

Din, bilim ve kanunlar insanı sevmedikten ve korumadıktan sonra anlamları boşalmış gibi geliyor bana . Dinin, bilimin ve kanunların tekelleştirilmesi, kullanılması ise epey canımı sıkıyor yıllardır. Düşünüyorum düşünüyorum… Din siyasetten, sömürüden özgürleşse, bilim sadece bilimsel ilerleme için yapılsa üniversitelerdeki ezici rekabet işbirliğine dönüşse ve kanunlar insan odaklı uygulanır olsa bu dünya nasıl bir yer olur? Din gerçekten YAŞAnır, bilim gerçekten YAPılır ve kanunlar gerçekten UYGULAnır olsa!

İnsan odaklı, insanın değerli olduğu ve bunu hissettiği, bir ülkede ve dünyada yaşamak istiyorum. İNSAN OLma yolculuğunun yaşandığı buna saygı duyulan bir ülke…Özlemim bunadır. İşte benim gerçek hakkım da budur! Bu hakkımı yaşanır kılmak gerçek duamdır.

Özlemle…

İkili ilişkilerdeki sorunlar

İkili ilişkilerdeki sorunlar 150 150 dolunay

Pek çok genç kadın ve erkek duygusal ilişkiye başlamakta ve sürdürmekte sorun çekiyor. Son yıllarda çok dinlediğim, gözlemlediğim bir konu ikili ilişkilerdeki sorunlar…

İkili ilişkilerdeki sorunlar, ayrılıklar, ihanetler söz konusu olunca erkeklerin kadınlarla ilgili kadınlarında erkeklerle ilgil pek çok fikri hatta sabit fikri mevcut.

Örneğin;

Kadınların erkeklerle ilgili en çarpıcı önyargıları:

  • Erkeklere güvenilmez.
  • Her erkek aldatır.
  • Erkekler ilişkide tek şey ister; cinsellik!
  • Erkeklere istediğini hemen vermeyeceksin yoksa senden soğur.

Erkek tarafına sorduğunuzda ise önyargılı cümleler:

  • Kadın milleti değil mi güvenmeyeceksin!
  • Ah şu kadınlar bir sözleri diğerine uymaz.
  • Kadınlar hep naz hep kapris, hiç anlamıyorum ki neden! Akıl sır ermez!

Liste uzar gider…

Her iki cinsiyet birbiriyle ilgi bu önyargılara şans verdiklerinde aşka ve sevgiye şans vermiyorlar.

Aşık olmaktan, acı çekmekten korkan kadınlar ve erkekler…

Hem duygusal ilişki yaşamak istiyorlar hem de korkuyorlar; aldatılmaktan, kullanılmaktan, cinsel istismardan, acı çekmekten, evlenmekten, evlenememekten…

Kendilerini korumak için ya karşı cinsiyetten uzak duruyorlar ya da hep çekingen ve kendileri gibi olamadıkları için başlayan bir ilişkiyi de devam ettiremiyorlar ya da buna benzer sebeplerle bitiveriyor ilişkileri.

Ve aynı şarkı… Ben nerde yanlış yaptım ♪♪♫♬

İlişkileri sürdürmek emek ister, samimi, gönülden verilen emek gerekir, sabır gerekir. Tüm bunlardan daha önemlisi bir ilişkiye başlamak kendini başka birine açmaya niyet etmek, risk almaktır. Sonu ayrılık olmasa bile acı çekebilme ihtimalini kabul etmektir.

Ve ayrıca bir ilişkiyi deneyimlemek, aşık olmak; nedensizce gülmeye, durduramadığın karın ağrılarına, iştah kesilmesine ve kilo vermeye, sevgiyi deneyimleyemeye, birlikte gülmeye ve ağlamaya, bir başka varlıkta kendini görmeye, bedeni karşılıklı keyifle paylaşmaya, bir insana hem çok kızmak hem de onu çok sevmek dengesizliğini deneyimlemeye ve buna çok şaşırmaya ve daha pek çok duygu halini yaşamaya vesile olur.

Yani sözünün özü şu ki; ne kadar aşık olmaktan korkarsanız ve kaçarsanız kendinizi tüm bu hallerden mahrum bırakıyorsunuz ve büyüme ve olgunlaşma fırsatını kaçıyor demektir. Tabii ki karar sizin!

Koku ve cinsellik

Koku ve cinsellik 150 150 dolunay

Sevgili Esra Öz’ün yakında yayınlayacağı bir kitap var ‘Kokuyla Keşfet’.. Türkiye’de ilk defa koku üzerine hazırlanmış bilimsel içerikli kitap olan Kokuyla Keşfet kitabında benim de katkı verdiğim bir bölüm var; ‘Koku ve Cinsellik’. Esra bu bölümü hazırlar mısın dediğinde hem kitabın konusu hem de benim konum pek hoşuma gitti. Ve işte, bana ait bölümden en çarpıcı yerler.

Cinsellik beş duyumuzu kullanarak hatta bazen altıncı duyu kabul edilen sezgilerimizi de dahil ederek yaşadığımız bir gerçeklik. “Cinsellik mekanik bir süreç değildir” deme nedenimiz de bu aslında. Beş duyunun tetiklenmesiyle cinsel istek oluşur ya da oluşan istek gider.

Ortamın hoşluğu ve kokusu, eşinizin kokusu, bakışı, dokunuşu, sesi ve daha pek çok şey reseptörleri harekete geçirir, beyne verilen komutla birlikte hormonlar tetiklenir, cinsel istek ve uyarılma süreçleri başlar ve devam eder.

Duyularımızın içinde koku ve tat alma birbirine bağlı duyulardır ve cinsel isteğin tetiklenmesinde çok önemli rolleri vardır. Hoş ve taze bir koku ya da sevdiğinizin kokusu başınızı döndürebilir.

Tüm bunların tam tersi de cinsel isteği bitirme sürecinde etkili olabilmektedir. Örneğin ortamda ya da birlikte olduğunuz kişide olabilecek kötü kokular, (ağız, ter, ayak kokusu gibi ya da bedenine ait koku) vücut temizliğinin yetersiz olması, cinsel istek ve uyarılma tetiklenmez bile ya da yarıda bitebilir.

Bir kişiye çekici ve seksi gelen koku, bir başka kişi için itici hatta cinsel isteği bitirici olabilir. Kötü koku nedeniyle biten evlilikler vardır. Eşler birbirlerini kırmamak için rahatça konuşamadıklarında, rahatsız oldukları durumu paylaşamadıklarında ya da paylaşsalar bile anlaşamadıklarında cinsellik bir göreve ve eziyete dönüşebiliyor ya da çiftlerin cinsel birliktelik sıklığı azalır veya evlilik boşanmayla sonlanır.(Vajinismus, resimli anlatımla cinsel bilgilenme ve kendi kendine yardım kitabı, Psk.Danş.Dolunay Kadıoğlu, Prof.Dr. Hakan Şatıroğlu)

İnsanların, evlerin, ailelerin kendilerine has kokuları vardır. Kişileri kokularından ayırt edebiliriz. Dışarıdan hiçbir koku kullanılmadığında bile kadının ve erkeğin doğal kokularının (feromon) bilinç dışı alan tarafından algılandığı ve doğurganlık ve cinsel çekim üzerinde etkili olduğu bilinmektedir.

Cinsel terapi seanslarında edindiğim bilgilere dayanarak rahatlıkla diyebilirim ki kadınların bir kısmı erkelerin ter kokusunu çekici bulmakta ve cinsel isteklerini tetiklediklerini söylemektedirler.

Genel olarak kabul edilen bir gerçeklik vardır ki o da parfüm ve güzel kokuların cinsel isteği ve çekimi arttırdığıdır. Parfümler ve kokular eski çağlardan bugüne kadar kadın ve erkeğin cinsel çekimini artırmak için kullanılagelmiştir. Kokulu mumların, tütsülerin, yağların ve ıtırlı kokuların cinsel isteği ve daha güçlü orgazm yaşamayı desteklediği bilinmektedir. Güçlü uyarıcı etkiye sahip bir koku, kadın ve erkekte kan basıncını arttırarak penisin ya da vajinanın daha çok uyarılmasına yardım etmektedir. Örneğin; lavanta, tarçın, meyankökü ve karışım baharatlar….

Tüm bu bilgilerle birlikte akılda tutulması gereken bir konu da tüm bireylerin birbirinden farklı olduğu ve genellenemeyeceğidir. Yani herkes aynı kokudan etkilenmeyebilir. Tarçın ya da lavanta bir kadını/erkeği inanılmaz derecede etkilerken bir diğer kadın/erkeğe hiç bir şey hissettirmeyebilir hatta itici ya da uyku getirici bile gelebilir. Bu nedenle cinsellikte çiftlerin birbirlerini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen kokuları biliyor olmaları cinsel yaşamlarına katkı sağlar.

Kokuyla Keşfet kitabı nisan ayında satışta olacak . Devamını merak edenlere ve “koku benim gerçek duyum” diyenlere duyurulur….

 

Yalancının mumu

Yalancının mumu 150 150 dolunay

‘Yalancı; Allah’a kafa tutan, fakat insanlardan korkan bir serseridir. ‘(Bacon)

Yalan nedir? İnsan neden yalana ihtiyaç duyar? Yalanın beyazı, siyahı var mıdır? Sizin yalanınızın rengi ne?

İnsan yalan söylemeyi nasıl normalleştirir?

Yalan sözlerle insanlara ‘söz büyüsü’ yapan kişinin büyüsü nasıl bozulur?

Bir insan yalana şerbetli ise yani yüzü bile kızarmadan yalan söyleyebiliyorsa bu insanın ruh sağlığı nasıldır? Vicdanı var mıdır?

Tüm bu sorular zihnimde dolanıyordu ki yazmaya karar verdim. Çünkü sorularıma yazarak cevap bulmanın daha kolay olduğunu fark ettiğimden beri yazıyorum. Söz uçar yazı kalır derler! Gerçi artık sözün de hiç yok olmadığı, evrende enerji olarak kaldığı bilimsel olarak ispatlanmış durumda.

Hızlıca cevaplara geçelim:

Bence insanların çoğu, korktuğu için yalan söyler. Gerçeklerle yüzleşmeye, kabule cesaretleri olmadığı için yalana yalanla devam ederler. Çoğu zaman hatalarımızı gizlemek için yalan söyleriz. Bir süre sonra sonra yalanlar dönüşü olmayan yollar haline gelir.

İnsan başkasının yalancılığını kendi yalancılığından bilirmiş! Ne doğru söz, ben hiç yalan söylemem diyen kaç kişi var aranızda? Ufak tefek yalanlar bazen de büyük hayati yalanlar… Hani sordum ya yazının başında sizin yalanınızın rengi ne diye… Beyaz mı, pembe mi, yeşil mi yoksa kapkara mı? Söylenen yalanlar bazen bir kişinin bazen onlarca kişinin hayatını bazen de binlerce kişinin hayatını etkiler. Bir yalanla bazen kaderinizi tersine çevirdiğinizi zannedersiniz bazen iş hayatınızı bazen özel hayatınızı kurtardığınızı bazen kariyerinizi bazen de ülkenizi….Oysaki her yalanının bedeli, vebali vardır. Ve eğer vicdanınız çalışıyorsa, çalışıyorsa diyorum çünkü herkesinki çalışmaz, yalanlarınız size takip eder bir gölge gibi. Rüyalarınızda karşınıza çıkar, korkarsınız uyumaya, uyanıkken takip eder ve başka insanlara güvenemez olursunuz. Çoğunlukla da hasta eder. Panik bozukuluklar, kaygılar, mide hastalıkları ve daha aklınıza ne tür hastalıklar geliyorsa….

‘Doğruyu söylersem bana ne olur diye korkuyorum?’ sorusunun cevabı yalanlara neden ihtiyaç duyulduğunu gösterir. Örneğin, kaybetme korkusu, yalnız kalma korkusu, terkedilme korkusu, gücünü kaybetme korkusu… Hepimizin korkuları var. Bazen büyük bazen küçük. Yalan ne kadar çoksa ve ne kadar normalleştirilmişse kişinin yüzü ne kadar kızarmıyorsa yani yalana şerbetliyse korkunun boyutu o kadar büyüktür ve vicdan artık orada yaşamıyordur.

Yalanı adet haline getirmiş bir kişiyi nasıl anlarsınız ve söz büyüsünü nasıl bozarsınız sorusunun yanıtı ise çok nettir: Onu tanıdığınız süre zarfında söyledikleri tutarlı mı? Bütünün hayrına mı konuşuyor yoksa sadece konuşuyor ve yalanlarını mı örtbas etmeye çalışıyor? Sözlerinde sevgi mi var nefret mi? Duruma göre mi konuşuyor yoksa her koşulda sözleri aynı mı? Olaylar karşısında sorumluluğunu alıp davranışa geçebiliyor mu yoksa hep başkalarını suçlayıp kendi üzerine düşeni es mi geçiyor. Hep başkaları hatalı kendi hep suçsuz mu ? Ve en önemli farketme noktası: Özü, sözü, eylemi BİR mi?

Montaigne’in sözüyle yazıma şimdilik son vermek isterim:

“İnsan olmayı bilen, kitaplar yazmış ya da savaşlar kazanmış ve ülkeler fethetmiş bir kişinin yaptıklarından daha önemli bir şey başarmış demektir. Bunun dışında her şey –hükmetmek, kesemizi doldurmak, mal mülk edinmek- içi boş bir dekordan ibarettir. İnsanın hayatta en önemli eseri, doğru ve düzgün yaşamayı becermiş olmaktır.”

Öz- Söz-Eylem birliğine…

 

Üç heykel

Üç heykel 150 150 dolunay

‘İki komşu ülkenin hükümdarı birbiriyle savaşmaz ama her fırsatta atışırlarmış. Doğum günlerinde, bayramlarda birbirinden ilginç armağanlarla zeka gösterisi yaparlarmış birbirlerine.

Hükümdarlardan birisi bir gün muzip zekalı heykeltıraşını huzuruna çağırmış. Birer karış yüksekliğinde, birbirinin tıpatıp aynısı altından üç insan heykeli yap demiş. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı da sadece ikisi bilecekmiş. Heykelller hazırlanmış ve şu mektupla birlikte diğer krala gönderilmiş:

‘Doğum gününü üç altın insan heykeliyle kutluyorum. Heykeller birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri, diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.’

Hediyeyi alan diğer hükümdar önce heykelleri tarttırmış. Gramına kadar eşitlermiş. Ülkesindeki sanattan anlayan kim varsa çağırtmış. Hepsi de heykelleri incelemiş, incelemiş, incelemiş ama heykellerin arasında hiçbir fark bulamamışlar.

Günler geçmiş ancak koca ülkede heykellerin sırrını çözecek bir akıllı çıkmamış. Bunun üzerine hükümdar, isyankar ve asi bulduğu için zindana attırdığı bir genci çağırmaya karar vermiş. Heykelleri inceleyen genç çok ince bir tel istemiş. Teli birinci heykelin kulağından sokmuş, tel heykelin ağzından çıkmış. İkinci heykelininde kulağından sokmuş, tel bu kez diğer kulağından çıkmış. Üçüncü heykelde tel kulaktan girmiş, ancak bir yerden çıkmamış. Telin sığabileceği incelikte bir kanal kalp hizasına kadar inmiş ve öteye gitmemiş.

Bunu gören Hükümdar heykellerin sırrını, komşu hükümdarın vermek istediği mesajı anlamış ve cevabını yazmış:

“Kulağından gireni ağzından çıkaran insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu anlamlı hediyen için teşekkür ederim.”

Artık özgür olan isyankar gençse hızlı adımlarla saraydan uzaklaşıyor ve zindana girmeden önce söylediği sözleri tekrar ediyormuş: ‘ADALET İÇİN AĞZI, KULAĞI, BEYNİ BİR OLMAYIP DA SÖZÜNÜ SAKINANA YAZIKLAR OLSUN’

Bu masal, en çok hoşuma giden, pek çok mesajı veren masallardan biri bence.

Ben neler anladım bu masaldan:

  1. Bir olaydan ya da durumdan herkes neye ihtiyacı varsa onu anlar ve ders çıkarır.

    2. Adaletli davranmak çok ama çok önemlidir. Gerçek adalet için özün, sözün, eylemin bir olması gerekir.

    3. Vicdanı olmayan ya da vicdanı çalışmayan birinden adalet beklemek doğru olmaz.

    4. Dedikodu yapmak, duyduğu bir şeyi başka yerlere aktarmak ilişkilere ve insanların güvenirliliğine zarar verir.

    5. Başkalarının yaşadıklarından, deneyimlerinden ders almak, duyduğu değerli bilgileri hayatına geçirebilmek önemli bir erdemdir.

    6. Ağzından çıkanı kulağın duysun sözü her yüzyılda geçerliliğini korur.

    7. Ağzından çıkanı kulağı duyan, duyduğunu kalbine gömebilen insan güvenilirdir.

    8. Sıra dışı ve isyankar olmak kötü bir şey değildir. Sorguyan, farklı görüş ve fikirleri olan, olaylara farklı bakış açılarından bakabilmek, ezberlerin dışına çıkabilmek, soru sorabilmek, insan olmanın en büyük zenginliklerindendir.

Sizler de farklı farklı dersler ve mesajlar alabilirsiniz bu masaldan….

Sevgilerimle…