Hayata Dair

Namus-lu/suz!

Namus-lu/suz! 150 150 dolunay

Çoğunlukla ezbere öğrendiğimiz ve uyguladığımız pek çok kavramdan biri de namustur.

Yetiştiğimiz ailede, toplumda, insanları gözlemleyerek, olaylar karşısındaki tepki ve yorumlarına bakarak, namus tanımının içeriğini diğer pek çok kavramın içeriğini doldurduğumuz gibi doldururuz. Çoğu zaman, namus nedir, hangi davranışlar namuslu hangileri namussuzdur tam olarak öğretilmez ya da kendi bildikleri kadar öğretirler. Üzerinde pek tartışmayız, bizden ezberlememiz ve uymamız istenir.

Pek çok değeri, kavramı nasıl öğreniyorsak bunu da öyle öğreniriz; yani kulaktan duyma/dolma. Eğer araştıran ve sorgulayan bir birey olarak yetişmenize şans tanındıysa ya da siz bu konuda sınırları zorladıysanız; William Shakespeare’in; ‘Namus gizli bir cevherdir; çoğu kere ona sahip olmayanlar sahipmiş gibi görünürler’ sözünün derinliğini, Hz. Muhammed’in; ‘Başkalarının kadınlarına karşı namuslu ve iffetli olun ki sizin kadınlarınızda namuslu ve iffetli olsunlar’ hadisindeki sorumluluğu ve Cicero’nun; ‘İnsanlar ne kadar namuslu olurlarsa başkalarının namuslarından o kadar zor şüphelenirler’ sözündeki bilgeliği de o kadar iyi kavrayabiliriz.

Soru sormadan ve derin derin düşünmeden, özümüzle konuşmadan, akıl gönül süzgecinden geçirmeden “Namus” kavramını anlamak bence imkansızdır.

“Namus nedir?” diye Türk Dil Kurumu sözlüğüne baktığımızda “bir toplumda ahlak kurallarına karşı beslenen bağlılık” ve “dürüstlük, doğruluk” olarak tanımlanmıştır.

Demek ki yazılı kuralları yok namusun… Hepimizin hücrelerine işleyen toplumsal kuralları var! Yaptırımları, cezaları bazen çok ağır! Bazen töre cinayetleriyle bazen genç kız intiharlarıyla bazense kadınların eşleri ya da kardeşleri tarafından öldürülmesiyle sonuçlanabilecek kadar ağır, akıl ve gönül almaz cezalar!

Namus deyince çoğumuzun aklına çoğu zaman iki bacak arası ve kadın geliyor. Neden?

Dürüstlük, doğruluk namus sadece cinsellikle mi sınırlanıyor kafamızda?

Toplum olarak neye doymadıysak, açsak, ne bize yasaklanmışsa oraya doğru hınçla, öfkeyle nefretle saldırıyoruz o tarafa doğru, insanlığımızı unutarak, 3. sayfa haberlerini okurken insanlığımızdan utanarak!

Kadın namusuna tek başına mı ‘halel getiriyor’, namusa sürülen leke erkeğin elinin kiriyken kadının neden can borcu/namus borcu oluyor?

Kim gerçekten namuslu davranıyor kim gerçekten namussuz davranıyor buna nasıl/kim karar veriyor?

Yıllar önce bunları sorguladığım bir zamanda -ergenlik çağlarımdı- annem bir hikaye anlatmıştı, paylaşmak isterim.

“Bir mahallede iki dul kadın yaşarmış. Biri namazında niyazında, dışarıyla pek karışmayan biri, diğeri ise daha sosyal, sık sık arkadaşlarını kadınlı erkekli evinde ağarlayan, gülmeyi, eğlenmeyi seven biriymiş. Hatta bu nedenden dolayı uygunsuz işler yaptığına dair komşular dedikodu yaparmış. Bu iki kadının evlerinin kapıları karşılıklıymış, giren çıkan görülürmüş. Namazında niyazında olan kadın sık sık karşı kapıyı kontrol edermiş; kim giriyor kim çıkıyor diye… Hatta namaz kılarken bile karşı kapıyı gözler ve eğer karşı eve birileri özellikle de erkek girerse, seccadenin yanında bu iş için oraya konmuş olan taş kümesinden birini alır, diğer tarafa koyar eve giren çıkanın hesabını tutarmış.”

Annem bu hikayeyi anlattıktan sonra sormuştu bana ‘kim daha namuslu?’

İçini bilgiyle, sevgiyle, aşka, heyecanla doldurmadan, şeklen yaptığımız pek çok ibadet/inanç bir yerden sonra ezbere olmaz mı? “Sevgisiz yaşanan din kişiyi bağnaz yapar” sözü yeniden kulağıma geldi!

Şimdi sorulara kendimce cevap verme zamanı:

  • Namus kişinin kendi öz sorumluluğunda olan ve hesabını kitabını yaradanla ve/veya kendiyle göreceği bir kavramdır.
  • İnsan, insanın kurdudur/aynasıdır derler. Yani insan başkasının davranışını tanımlarken kendini tarifler. Bundan ötürü birine namussuz derken iyi düşünmek lazım. Namus birilerinin tekelinde değildir!
  • Namus; düşüncelerin, davranışların temiz olmasıdır. Benim dışındakiler hakkındaki yorum/dedikodu yapmamak, zihnimi fitne fesattan arındırmaktır. Her bireyin farklı ve özel olduğunu bilmek ve saygı duymaktır.
  • Namus; hiç kimseye zarar vermemek, bütünün hayrına, kapsayarak sevgiyle çalışmak/davranmaktır.
  • Namus; parayla, korkutularak satın alınamamaktır.
  • Namus: işini elinden gelen en iyi şekilde yapmaktır.
  • Namus; özü, sözü, davranışı bir olmaktır.
  • Namus; İNSAN olmaktır.
  • Namus; iki bacak arasında değil, iki omzun üzerinde taşıdığındadır.

Şimdi soruyorum size, gerçekten kim namuslu?

Neden?

Neden? 150 150 dolunay

İnsanın doğası, merak, soru sormak, fark etmek, keşfetmek ve dönüşmek üzerine kuruludur. Çocuk, doğduğu dünyayı, kendini, çevresindekileri, doğayı yani her şeyi sorarak keşfeder. Çocukların soru sorması çoğu ebeveynin işini zorlaştırır ve sinirlendirebilir. Ve çocukların sorularına cevap vermeyerek dalga geçerek onları soru sormaz hale getirir. Bazı iflah olmaz, akılllanmaz, inatçı çocuklar aradan fırlar, sorularına devam eder. Bu kez sorularını bazen kendileriyle ilgili bazen yaşadığı ülkeyle ilgili bazen dünyayla ilgili bazen de evrenle ilgili sorarlar.

– Anne ben nasıl oldum?
– Oldun işte kızım leylek getirdi desem inanmazsın ama leylek getirdiJ
– ???

– Baba ben çişimi oturarak yapıyorum, kreşde gördüm Mete ayakta yapıyor neden?
– Erkekler ayakta yapar.
– Neden?
– Ayakta yapar kızım nedeni yok! Amma da meraklısın!
– ???

– Anne ben yatağımda uyuyorum, karıncalar toprakta deliklere giriyor onlar orada mı uyuyor?
– evet kızım
– Peki, kuşlar nerede uyur?
– Ağaçta
– Filler nerede uyur?
– Ne çok soru sordun! Sen oyuncağınla oynasana…
– ????????

Aslında hepimiz soru sorma, kendimizi ve çevremizi keşfetme potansiyeliyle doğuyoruz. Soru sormamızı teşvik eden bir ailede ve çevrede büyüyorsak kendimizi, evreni, sistemi farketmemiz ve keşfetmemiz daha kolay oluyor. Bizim soru sormamızı engelleyen, dogmalara, kalıp bilgilere inanmamızı isteyen, cezalandırıcı bir aile ve kültürde büyüdüğümüzde ise ezberlediği bilgilere inanan, sorgulamayan birazcıkta bağnaz bireyler oluyoruz. ‘Sevgisiz inanç bağnaz yapar’ sözü pek de anlamlı!

Bana sorarsanız İNSAN sonsuz potansiyeli olan bir varlık . Sorular, merak bu potansiyelin açılış anahtarları!

Çocuklar soru sorarak, dokunarak, görerek, işiterek, hayal kurarak dünyayı ve kendi varlıklarını keşfediyorlar. Sorulardan vazgeçtiğimizde, merak etmez olduğumuzda, insan kendi gelişim sürecini durduruyor ve ona ezberletilen hayatı yaşamaya devam ediyor.

Hangi inancınız size ait? Gerçekten sizin kendi kendinize bulduğunuz bir inanç var mı acaba? Hiç merak ettiniz mi bunu? Örneğin; para her şeyi satın alır inancını nereden ve kimden öğrendik? Paranın satın alamadığı hiç kimse yok mudur hayatta? Eğer varsa bu inanç yıkılmaz mı?

Ya da ‘benim resim yeteneğim yoktur’ inancını sana kim öğretti?

Elbette ki birbirimizden etkileniyoruz ve birbirimizi etkiliyoruz, bu çok doğal. Bununla birlikte neden sadece ‘benim dediğime inan, doğru bu, her şeyi ben bilirim sen benim bildiğime inan!’ diye dayatıyoruz birbirimize. Ve NEDEN başka bir insanın inandığını kendi doğrumuzmuş gibi sahip çıkıyoruz?

Ve ‘Peki, senin dediğin senin için doğru olabilir, bu bilgiye birde benim açımdan bakalım’ dediğimizde NEDEN sinirleniyoruz ve tahammül edemiyoruz birbirimize?

Yaradanın hepimizi sevgiyle kabul ettiği bu dünyada NEDEN birbirimizi kabulde bu kadar zorlanıyoruz? Tek doğru benim dediğim de katılaşıyoruz.

Hepimiz birbirimizden bu kadar farklıyken ve İNSAN hiçbir kaba sığmayacak bir varlıkken NEDEN illa ki şekillere ihtiyaç duyuyoruz?

Çocuklarınızın sorduğu sorulara lütfen sevgiyle ve sabırla cevap verin, bırakın onlar hem kendilerini hemde sizleri, bizleri geliştirsinler…

Özü-gür bireyler yetiştirmek için özgürce soru soran çocukları destekleyelim.

Sevgiyle…

 

Rüya tabircisi

Rüya tabircisi 150 150 dolunay

Geçmiş zamanlardan birinde, padişahın biri bir rüya görmüş ki vay anam vay! Kan ter içinde uyanmış, söylenmiş “bu rüya da nereden geldi buldu beni” diye. Rüyasında bile olsa tüm dişlerini dökülmüş görünce sinirden ne yapacağını bilememiş. Çağırmış hemen tabirci başını, saat de gecenin bir yarısı. Tabirci başı uyku sersemi, padişahsa rüyayı gelecekten haber saydığı için endişeli…

– Hele söyle bakalım tabirci başı, bu rüya hayır mıdır, şer midir?

Tabirci başı utanmış, sıkılmış, parmaklarını kıtır kıtır kıtlatmış, kaşlarını çatıp alnındaki çizgileri çıtır çıtır çıtlatmış da demiş ki:

– Şerdir, felaket haberidir, ne kadar üzülseniz yeridir! Uzun yaşayacaksınız yaşamasına ama ne fayda, tüm sevdiklerinizin birer birer ölüp gittiğini gördükten sonra… Ah ah yalnız kalmaktan beter acı var mı insana?

Padişahın gözbebekleri büyümüş, ateş dilli ejderhalar gibi kükreyip hükmünü vermiş:

-Tez atın şunu zindana, felaket habercisi olmak neymiş öğrensin!

Padişah bu yorumu beğenmedi ya çağırmış bir yenisini. Bu yorumcu da pek yumuşak, pek güleryüzlü biri, baldan tatlı sesiyle demiş ki:

-Hayırdır padişahım, hem de çok hayırdır! Rüya diyor ki: Daha nice seneler halkınızı sizin gibi bir padişaha sahip olmakla mutlu edip onurlandıracaksınız. Bütün yakınlarınızdan daha uzun yaşayacaksızınız.

Padişah pek mutlu, kovayla altın verip göndermiş tabirciyi. Yolunu kesip sormuş bütün bunlara tanıklık eden biri:

-Yahu anlamadım gitti, ikiniz de aynı şeyi söylemediniz mi? Biriniz gitti zindana, birinizin kovayla altın kucağında.

Gülmüş tabirci:

– Eh doğruya doğru, ikimiz de aslında aynı şeyi söyledik. Ama kimileri için verdiğin haberden çok nasıl verdiğin önemlidir. Zindan da, altın da haberde değil: onu veren dilin kıvrımlarında gizlidir.(Masal Masal Matitas kitabından)

Bu masaldan neler öğrendik derseniz:

  1. Başımıza gelen bir olaya verdiğimiz anlam ya da onunla ilgili yaptığımız yorum bakış açımızı olumlu ya da olumsuz etkiler. Bakış açımızı değiştirdiğimizde pek çok şey değişir.
  2. Hepimiz dilimizden çıkan kelimelerin tutsaklığında ya da özgürlüğünde yaşarız. ‘Söz var kese savaşı söz var kestire başı’ diye boşuna söylememiş büyüklerimiz.
  3. Aslında hepimiz iletişimde en büyük sorunları, yalnış anlamaları duyduklarımız ya da duyamadıklarımız, söylediklerimiz ya da söyleyemeklerimiz yüzünden yaşıyoruz.
  4. ‘Söz büyüdür’ derler ya…Ne kadar da doğru! Çoğumuz küçükken bize söylenenlerin gerçek olduğunu hala inanıyor ve potansiyelimize uyumaya devam ediyoruz. Örneğin; ilkokul öğretmeni tarafından sesinin güzel olmadığı söylelen biri, 40 yaşına gelse bile buna inamaya devam edebiliyor ve toplum içinde konuşmaktan kaçınıyor ya da şarkı söylemiyor. Çoğumuz birbirimizi büyülemeye devam ediyoruz!
  5. Bu masaldan bir şey daha öğrendim: Rüyalar çoğu zaman kişiye özeldir. Ve çok sevdiğim bir söz der ki; rüyayı gören yormalıdır! Yani rüya alanı çok özeldir ve bilinçaltı rüyalarda semboller kullanarak (at, araba, köprü, yol….) rüyayı görene bir mesaj vermeye çalışır. Bu mesajı başkalarına sormak ya da rüya kitaplarına bakmak pek de doğru değildir. Bilinçaltı sembollerle kişiye ulaşarak ona kendisiyle ilgili olumlu mesajlar vermek ister. Bu nedenle rüyalarımızdaki sembollerin anlamını sadece kendimize sorup cevabın gelmesine izin vermeliyiz.

Bana bir masal anlat

Bana bir masal anlat 150 150 dolunay

Son yılların ‘çocuklarınıza masal okuyun, müzik dinletin’ modası henüz uğramadığı zamanlarda doğduğumdan olsa gerek masal anlatan pek olmadı bana ben küçükken… Okula gittikten sonra kendi masalımı kendime kendim okudum diyebilirim. Bu yüzden çocukken masal dinleyerek büyüyen çocuklara pek imrenirim hala…

Masal açığımı kapatmak için bu günlerde bol bol masal okuyorum ve hatta masal yazmayı deniyorum. Masallardan çok şey öğreniyorum, soru sormama, gülümsememe, düşünmeme, farklı bakış açılarından bakmama yardım ediyor masallar. Metoforik dilleri, kendilerine has mizah anlayışları ve ifadelerin içine yerleştirilmiş bilgelikleriyle masallar kaç yaşına gelirsem geleyim okumaya devam edeceğim eserler. Benden önce de vardılar benden sonra da varlıklarına devam edecekler.

Aşağıdaki masal ‘Masal Masal Matitas’ kitabından… Okuyun birlikte yorumlayalım.

“Zıssss zısss!

Anne sinek yavrularını eğitmek için ormanda gezintiye çıkarmış. Örümcek ağını görünce uyarmış yavrularını:

– İyi tanıyın bu amansız düşmanınızı. Eğer ağına yakalanırsanız, ne kadar çırpınırsanız boşuna, hatta ağa daha çok yapışırsınız. Gelir, önce sizi zehirler, sonra da yer.

Yavrular korkudan titreye titreye annelerinin peşinden uçmuşlar.

Zısss zısss sısss!

Oooov, aaaahhh!

Daha da korkunç bir canavar çıkmış karşılarına. Sinek yiyen bir kuş! Bizimkiler güç bela bir ağacın arkasına saklanıp paçayı sıyırmışlar.

Derken ormanın derinliklerinden yeri göğü sarsan bir kükreme ve ondan kaçan hayvanların çığlıkları gelmiş. Yavru sinekler onu da şu korkunç canavarlardan sanıp bir yaprağın altına saklanmış. Anne sinekse kahkahayı basmış:

Korkmayın yavrularım, o kükreyenin adı aslandır. Sesi ürkünçtür, kendisi de iricedir ama tümden zararsız bir hayvancağızdır.”

Farklı bakış açılarından bakmayı anlatan yukarıdaki masal; yaşadığımız olaylara, kendimizin ve birbirimizin sorunlarına, yaşadığı olaylara bakış açımıza gönderim yapar. Kimimize büyük gelen sorunlar kimimiz için çocuk oyuncağı gibi gelir. Kişinin kabı ne kadarsa o kadar anlar ya da yaşar. Bir karınca için bir simit ona simit fırını gibi gelirken, bir ineğin dişinin kovuğunu doldurmaz.

Karıncalar yuvalarına bir buğday tanesini taşırken ya da ekmek kırıntısını çekiştirirken kim bilir ne kadar yoruluyorlardır bununla birlikte yükleri taşımaya devam ediyorlardır. Bir kuş dalları tek tek taşıyarak yuvasının yaparken kim bilir ne kadar zaman geçiyordur.

‘Bırakacağım artık bu yuvayı yapmayı, bitmedi gitti’ demiyordur bana sorarsanız. Her varlık üzerine düşeni yapıyor.

İnsanlara baktığımızda da herkes farklı farklı deneyimler yaşıyor. Kiminin çocuğu olmuyor, yıllarca gebe kalmaya, kimi yıllarca aynı sınava girip terfi etmeye çalışıyor, kimi maddi sorunlarla boğuşuyor, kimi hapishaneden çıkacağı günü bekliyor, kimi sağlık sorunlarıyla uğraşıyor, kimi de çocuğunun sorunlarıyla…

Bununla birlikte hayatın tadını ve keyfini de çıkaran insanlar var. Galiba önemli olan keyif için tüm sorunların bitmesini beklemeden, sorunların içinden geçerken de keyif almayı deneyimlemek.

İnsanların her biri küçük büyük farklı farklı sorunlarla büyümeyi, olgunlaşmayı deneyimliyor. Yaşadığınız sorun ne olursa olsun ona bakış açınız sorunu SORUN haline getirebildiği gibi farklı bakış açıları ÇÖZÜMÜ de gösterebiliyor. Her sorun kendi çözümünü içinde barındırır sözü buradan doğmuş olsa gerek. ‘Sorunlar oluştukları bakış açısıyla çözülemezler’. Galiba önemli olan şikayet etmek değil, yaşanılan durumu kabul edip çözüm noktasına odaklanmak ve keyfi ve neşeyi yanınızdan eksik etmemek.

Masallar masallar… Yaşamın her anı masallardan oluşuyor belki kim bilir?

Bildiğim bir şey varsa o da; masalların çocukların yaratıcılıklarının gelişmesinde, zihinsel ve bilişsel gelişimlerinde, empatiyi ve sağduyu öğrenmelerinde çok yardımcı olduğu! Ayrıca öğrenmenin ömür boyu olduğuna inanan biri olarak diyebilirim ki: yetişkinler için yazılan masallar da empati ve sağduyunun gelişmesi için çok ama çok önemli!

Haydi kendinize bir masal kitabı alın….

İçimdeki şeytan

İçimdeki şeytan 150 150 dolunay

Şeytanla ilgili ne çok hikaye ne çok söylence vardır. Henüz küçücükken şeytandan korkmamız gerektiği, ona uymamamız gerektiği öğretildi hepimize. Birileri kötü bir şeyler yaptığında, örneğin: hırsızlık, yalancılık, aldatma, riya, şiddet, …gibi ‘şeytana uymuş’ ya da bu tür şeyler aklımıza gelip yapmaya meyil ettiğimizde ‘Tövbe tövbe git kör şeytan’ gibi tanımlar hepimize tanıdık gelecektir.

Hiç sevilmez, hep kötülenir, hep başkalarını ziyaret eder de nedense hiç ‘geçenlerde beni ziyaret etti, ben şeytana uydum’ diyen olmaz.

Hep başkaları dedikodu yapar, yalan söyler, hep başkaları çalar çırpar. Şeytan bize hiç uğramaz, çok şükür!

Hiç düşünen oldu mu bu şeytan cennetten kovulduktan sonra nereye gitti?

Güzeli, başarılıyı, iyiyi sevmek kolaydır da kötü ve çirkini sevmek neden zordur! Sevilmeyecekse çirkin ve kötü neden yaradılmıştır?

Yaptığımız iyi ve olumlu şeyleri insanlarla kolayca ve öğünerek paylaşabilirken olumsuz şeyleri kendimize itiraf etmekte bile zorlanırız çoğu zaman.

İyi bana aittir, kötü şeytana!

İnsanları eleştirmek, yargılamak, kınamak kolaydır da anlamak, hissetmek ne kadar zordur. Bazen birbirimizi anlamak ve hoşgörmek için kınadığımızı yaşamamız gerekir. Örneğin: evliyken eşini aldatanları yıllarca hep kınadık ve suçladıysak gün gelip de evliyken başka bir insandan hoşlanırsak veya bekarken evli birinden hoşlanırsak, ben tek gecelik ilişki yaşamam deyip deyip de bir gün yaşayıverirsek! Bu tür deneyimler yaşamamızın nedeni bence hiç kimseyi yargılamamak, kınamamak içindir. Yargılamak bu kadar kolay, anlamak neden bu kadar zordur?

İnsanları kıyafetlerine, inançlarına göre ayırt ettiğimizde, kendi dedikodumuzun yapılmasından hiç hoşlanmayıp aynı şeyi biz yaptığımızda acaba kime hizmet etmiş oluruz?

İnsan başkasının yalanını kendi yalanlarından tanırmış! Kötülüğü de kendi kötülüğünden!

İnsanlara yalancılığından, dedikodu yapmasından, hırsızlığından, aldatmasından dolayı kızarken aslında kızdığımız kendimiz olmayalım!

Hep bu oyunları bize oynatan sevgili şeytan; sen olmasaydın, biz insanoğlu hiç kötülük yapmayacaktık. Sen yok musun sen! Havva’ya elmayı yedirten de sen değil miydin zaten, Havva ve Adem’i cennetten kovduran da sendin.

Hepimizin şeytanı içimizde

Aslına bakarsanız hepimizin şeytanı içimizde ve hep var. Siz arkanızı da dönseniz, kulaklarınızda tıkasanız, git kör şeytan deseniz de, gözlerinizi de kapasanız o bizimle. Yani insanın içinde iyi de var kötü de, güzel de var çirkin de…. Ve bana sorarsanız EGO’muz ya da ŞEYTAN’ımız – eğer görebilirsek- yaşadığımız olaylar kötü, çirkin, kabul edilemez bile olsa dersler çıkarmamız için var. Şeytana uyduğumuz anlardan sonra sormalıyız kendimize: ben bu deneyimden ne öğrendim, ne kazandım diye! Kendimize kızmak, kendimizi cezalandırmak sadece zarar getirir.

Ne yaşarsak yaşayalım kaçarak ya da redderek yaşadığımız duygudan kurtulamayız. Her şey insan için derken bunu kassetmiştir büyüklerimiz. Başımıza gelen her ne olursa olsun büyümemize hizmet eder. Deneyim olmadan insan, İNSAN olamıyor.

Yaşadığımız süreci/olayı kabul etmek ve kendimizi bağışlamak, derslerimizi almış olarak yola devam etmektir işin aslı.

Yani şeytanı görmezden gelmek ya da ondan nefret etmek değildir maharet, maharet onu görmek, sobelemek ve onun söylediğini değil de tam tersini yapmaktır. Bunu yaptığınızda o olumsuz deneyime ihtiyacınız kalmaz. Akıl da bu işe yarar aslında!

Şeytanı tanırsak, onu sobeleyebiliriz!

Onun oyunlarını bilirsek onun oyunlarına gelmeyiz. Peki, onu nasıl tanımalı? Herkesin şeytanı farklı yerden saldırır. Kimin zaafı neredeyse şeytan oradan ziyaret eder. Zaaflarımızı bilmek ve bunlarla ilgili farkındalıklar yaşamak EGOyu tanımamıza yardım eder. Düşmanını tanıdıkça güçlenirsin. Para hırsımız, sevgi açlığımız, koltuk merakımız, doymayan cinsel arzularımız… Ve buna benzer bir sürü EGO parçası…

EGOmuzun yani diğer adıyla şeytanımızın hoşuna gitmeyecek şeyler neler olabilir? Kendini tanımak, ihtiyaçları fark etmek, büyümemiz gereken alanları keşfetmek, zaaf kapılarını bilmek ve cesurca yüzleşmek, duygularımızı fark etmek, kendimizi dövmeden ve yok saymadan kabul etmek, dönüştürme sürecini çalışmak, gerçek insan olmak için akıl ve gönül dengesine önem vermek ve en önemlisi de iyiyi, kötüyü seçebilmek, sağduyulu olmak, vicdanın sesini duymak!

Bunları yazarken aklıma bir soru geldi: Bu düşman dediğimiz EGOmuz ya da ŞEYTANımız bizi büyüten/olgunlaştıran bir şeyse düşman mıdır yoksa öğretmen mi?

Ne dersiniz? Sizce?

Kör vicdan

Kör vicdan 150 150 dolunay

“Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle söz veririm: Dünya üzerinde vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım.”

Mahatma Gandi

Son yıllarda, adalet, eğitim, sağlık sisteminde olanlara, ülkemizde yaşananlara ve verilen tepkilere, tepkisizliklere, yorumlara baktığımda vicdanımıza ne oldu diye düşünmeden, sorgulamadan duramıyorum. Çevremde gözlemlediklerimden kısa kısa örnekleri ve düşüncelerimi paylaşmak istedim. Eğrisi doğrusu şahsımındır.

* Sosyal medya (ağ) denen ‘canavağda’ canavağa üye olanlar tarafından paylaşılan bazı yorumlar, beğeniler, paylaşımlar hayli canımı ve vicdanımı sıkar hale geldi. Örneğin: Kendilerince sevilmeyen hatta nefret edilen kişilerin başına ya da onların yakınlarının başına bir şey geldiğinde (ölüm, hastalık…gibi), sevinme, bayram havası estirme durumu. Aslına bakarsanız bu sosyal canavağlar hepimizin içindeki canavarı ortaya çıkardı galiba. Bilgisayar başında kendi düşüncelerimiz zannettiğimiz metinler yazmak kolaydır ancak aynı yorumları kişilerin yüzüne söylemek zordur. Hatta çoğu zaman imkansızdır.

* Gazetelerde özellikle kadınlara ve çocuklara yönelik akıl almaz şiddeti / tecavüzleri /vahşeti okudukça, duydukça insan nereye doğru gidiyor demeden edemiyorum.

* İş yerlerindeki yönetim kadroları değiştikçe işini iyi yapsın ya da yapmasın çalışanların toplu işten çıkarılmaları hangi vicdana sığıyor merak ediyorum. Ya da 15-20 yıl kurumuna emek vermiş çalışanların kanuni haklarını vermeden işten çıkarmak ya da katakulliye getirmeye, çok ağır sözleşmelere imza attırmaya çalışmak hangi kurumsal vicdanda yer bulur, bilemiyorum.

* Doğaya, hayvanlara yaptığımız işkenceler, saçma sapan nedenlerle yanan tarihi binalar, ormanlar hangi aklın sonucudur?

* Herkesin bir fiyatı var mıdır gerçekten yoksa bu hayatta parayla satın alınamayacak değerler, insanlar var mıdır? Paranın her şeyi satın alacağı yalanına bizi kim inandırdı? Ya da kendimizi adadığımız misyonlar/görevler için söylediğimiz yalanların, insanları kayırmanın vebali kimedir?

* Ve daha neler neler… İnsanların vicdanı kör olmuş dedirten durumlar.

Ve bunları gördükçe, yaşadıkça, vicdanı daha çok düşünür, sorgular oldum.

Vicdan nedir? Kişisel ve toplumsal vicdan nedir? Nasıl çalışır, vicdani tutulma neden olur? Kişileri, kurumları, ülkeleri vicdanı körlük boyutuna getirmenin yolları nelerdir? Ve vicdan yeniden nasıl etkin şekilde çalışmaya başlar?

Psikolojideki superego (üst benlik) kavramı vicdanla örtüşmektedir. Vicdan içimizde iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayırt etmemize yardım eden bir pusula gibidir. Pusulamız çalışıyorsa vicdanımızın onaylamadığı bir davranışı gerçekleştirmemiz zorlaşır ancak yinede onay dışı davranırsak pusulamız darbe alır ve yeniden ayarlamak gerekir tabi bozulduğunu algılayabilirsek!

İçimizde ‘bu davranışın iyi ve insani, bu davranışın kötü ve insani değil’ diyen bir mekanizmadır vicdan. Peki, neye göre iyi neye ve kime göre kötü, vicdan kuralarını kim koyar? Örneğin: Hiroşima’ya atom bombasını tek tuşla atan pilot Albay Paul Tibbets hayatının son günlerine kadar ‘yaptığı işten hiç suçluluk duymadığını, içinin rahat olduğunu ve rahat uyuduğunu’ belirtmiştir. 65 bin kişinin ölümüne neden olan, bir o kadarının da yaralanmasına ve sakat kalmasına ve yıllarca sürecek radyasyon etkisine neden olan bombanın ateşleme tuşuna basan pilot nasıl bu kadar rahattır? Acaba tüm bu insanları tek tek öldürmesi gerekseydi böyle konuşmaya devam edebilir miydi?

Aslında hepimizde doğumla getirdiğimiz, göğsümüze ekili bir tohumdur vicdan. Ailemizden, öğretmenlerimizden, toplumdan, dinden öğrendiklerimizle, tohum yeşerir ve büyür.

Ailemizden ihtiyacımız olan dozda sevgiyi, güveni, saygıyı görerek büyüyor, ahlaki değerleri öğrenerek superegomuz gelişiyor ve çoğunlukla vicdan sahibi bireyler oluyoruz. Bunun tam terside mümkün tabii ki! Ve ender olarak da yetiştiğimiz koşullardan bağımsız, vicdanımız şekillenebiliyor.

Vicdanın sesini duymak için akıl yani soru sorabilmek, sorgulayabilmek ve gönülle dengelemek gerekiyor anladığım. Vicdan içimizdeki adalet terazisi gibi de adaleti tecelli ettirirken hangi kuralları işleteceğiz sorusu geliyor insanın aklına!

Vicdan ya da superego çağdan çağa, toplumdan topluma, kişiden kişiye değişebildiği gibi bireylerin yaşamaları boyunca kendilerindeki gelişim, değişim süreçlerine göre değişebilir. İnsanların değer yargılarının izdüşümüdür vicdan. Değer yargılarımız değiştiğinde vicdanın yorumları, yargılarıda değişecektir. Değişecektir de bu işin insana en çok yakışanı nasıl olur bu durumda?

Tüm bunları düşünürken Montaigne’in bir sözü bana ışık oluyor:

‘İnsan olmayı bilen, kitaplar yazmış ya da savaşlar kazanmış ve ülkeler fethetmiş bir kişinin yaptıklarından daha önemli bir şeyi başarmış demektir. Bunun dışında her şey – hükmetmek, kesemizi doldurmak, mal mülk edinmek- içi boş bir dekordan ibarettir. İnsanın hayatta en önemli eseri, doğru ve düzgün yaşamayı becermiş olmasıdır’

Montaigne bu sözüyle vicdana bir ölçü belirlemiş: İnsan olmak!

Hadi şimdi hepberaber düşünelim, insan olmak nedir?

Nasıl İNSAN olunur?

İnsan bedeninde olmak yeter mi İNSAN olmaya?

Tüm kör vicdanların açılması dileğimle…

Sevgiyle ve vicdanlı kalın.

 

Sıradanlık hastalığı

Sıradanlık hastalığı 150 150 dolunay

Kent

“Başka diyarlara başka denizlere giderim dedin
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
Ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi nereye baksam burada
Gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
Yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın
Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın
Ne bir gemi var, nede bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte
Yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.”

Konstantin Kavafis’in Kent şiiri

Nereden mi çıktı bu şiir? Aslına bakarsanız sizlerden, belki de birazcık benden çıktı. Bugünlerde kimle konuşsam, kimi dinlesem ve gözlemlesem, yaşama dair, yaşadıkları dünyaya, kente dair feryatlar yükseliyor. 21 Aralık Kıyamet sendromu mu dersiniz, kış geldi ondan mı dersiniz, ülkenin durumu malum ondan mı dersiniz, bilemiyorum? Herkeste bir çekip gitme arzusu, bir şeyler değişse, barış gelse ama bir an önce gelse, bir değişiklik olsa, kıyamet mi kopacak, kopsun bir değişiklik olur diyen bile var. Bir şeyler değişsin de ne değişirse değişsin şu sıradanlık bir gitse üstümüzden.

Dün yazarlık dersinde hocamız Mehmet Eroğlu “Yüzyılın en tehlikeli hastalığı sıradanlıktır” dedi. Gerçekten de çoğunlukla birbirine benzer, sıradan hayatlar yaşıyoruz. Sabah kalkıp işlerimize gidiyoruz, sabahtan akşama çoğunlukla sevmediğimiz işlerde mecburen çalışıp para kazanıyoruz. Kazandığımız parayla, AVM’lere gidip temel ihtiyaçlarımızı karşılıyor, reklamlarla bilinçaltımıza kodlanan, kendi seçimimiz zannettiğimiz çok da ihtiyacımız olmayan ıvırı zıvırı alıyor, bizim olmayan plastik parayla fazla harcayıp, gerçek borçlanıyoruz. Sistem mutlu, siz borçlu!

Bilgisayar karşısında acılı soslu patates cipsini yutarken, nette gezinip sosyalleşiyoruz. Sanal beğeniler, dürtmeler, alkışlar… Beynimizden birkaç hücreyi daha öldürüyoruz!

İnsanların çığlıklarına kulak kabarttığımda anlıyorum ki sıradanlaşan yaşamlarından kaçmak istiyorlar. Bir kısmımız sıradanlığı kırmak için emekli olmayı bekliyoruz; “Emekli olunca gideceğim bu şehirden, küçük bir kasabaya yerleşeceğim, belki kitap bile yazarım, şimdi o kadar yoğun ve yorgunum ki üretemiyorum.”

Ya da başka bir ses; “Çocuklar bir büyüsün, okulları bitsin, kendime zaman ayıracağım. Spor yapacak, gezecek, hayatın tadını çıkaracağım.”

Yalan, hepsi yalan. Siz de ben de biliyoruz. İnsanoğlu en büyük yalanları kendine söylüyor ne yazık ki!

İtiraz edenleriniz vardır umarım ve umarım beni yalancı çıkarmak için bir şeyler yapanlarınız da…

Aslına bakarsanız sıradanlığı kırmak için yaşadığınız kenti terk etmeye gerek yok bence.

İşte benden dökülen, sıradanlığı kıran altından kıymetli öneriler…

  • Her gün yaptığımız şeyleri farkındalıkla ve sevgiyle yapmak. Bugün farklı bir şey yapacak olsam ve bu yapacağım şey beni ve en az bir kişiyi daha mutlu etse, bu ne olur diye sormak.
  • Derin bir nefes almak, nefesin tüm hücrelerinize ulaştığını hissetmek, nefesin hayat olduğunu idrak etmek.
  • İçinden geçen güzel bir cümleyi not almak ve bir kişiyle paylaşmak.
  • Aynaya baktığında gördüğün varlığa teşekkür etmek.
  • İşe giderken kullandığınız yolu değiştirmek, belki daha uzak bir yolu denemek.
  • Her gün yaptığınız işleri, alışkanlıklarınızı fark etmek ve kısır döngüyü kırmak, alışkanlıklarınızı terk etmek.
  • Öfkelendiğin ama bir türlü öfkeni belli edemediğin bir kişiye öfkeni, düşüncelerini belli etmek/eğer zaten çok öfkeleniyor ve bunu hep aynı kişilere yansıtıyorsan sakin kalmayı deneyimlemek.
  • Hafta sonu AVM yerine parka, bahçeye, ormana gitmek, doğada zaman geçirmek.
  • Çok konuşkan biriysen bir gün boyunca susmayı, tam tersiysen bir gün boyunca konuşmayı deneyimlemek.
  • Hayatın boyunca okumadığın, tarzım değil dediğin bir gazeteyi, dergiyi ya da kitabı alarak okumak.
  • Emeklilik planınız varsaJ (kenti terk etmek haricinde) Örn: Kitap yazmak, resim yapmak, seramikle uğraşmak… Emekli olmadan öncede yapmayı denemek, “zamanım yok” demek hepimizin en büyük yalanıdır!
  • Sevdiklerinizin ve kendinizin kıymetini sağlıklıyken fark etmek.

Sıradanlık hastalığının tedavisine eklemek istedikleriniz var mı?

Sevgiyle ve farkındalıkla kalın

Kıyametin gelsin

Kıyametin gelsin 150 150 dolunay

21 Aralık’ta maya takvimine göre kıyametin kopacağını duymayan kalmadı. Ne kadar şanslıyız ki dünya üzerinde güvenli iki köyden biri de bizim ülkemizdeymiş! Kıyametin kopmasına 10 kala Şirince de konaklanacak tüm evler inanılmaz fiyatlara kiralanmış hatta karavan koyacak toprak bile kalmamış. Şirince köyü sakinleri kazandıkları paradan memnun olmakla birlikte şimdiden kara kara düşünüyorlarmış o gün ki “insan kıyamet”ini nasıl ağırlayacağını!

O gün elektrikler kesilecek, elektronik sistemler çalışmayacak, ısı düşecek, en çılgın tahmin ise 2-3 günlüğüne hava kararacak ve buzul çağı gelecekmiş! Çok az insan hayatta kalacakmış!

Bu senaryoya inananların sayısı azımsanmayacak kadar çok ki NASA’dan tutun da Diyanet İşleri’ne kadar pek çok kurumdan açıklamalar geldi. Bu senaryolara inananlar yiyecek stokları yaptı, ısınma sorununu çözmek için battaniye satışları patladı hatta buzul bölgelere özel hazırlanan battaniyeler satışa sunuldu. Giderayak, ekonomi canlandı. Bu tabloya baktığımızda insanlık şimdiden küçük bir kıyamet yaşıyor gibi…

Bu kıyamet söylevleri, çığırtkanlıkları beni kıyamet kavramı üzerine düşünmeye sevk etti. Zihnimde kıyametle ilgili çocukluktan beri biriktirdiğim ve dönem dönem kullandığım terimler dolanır oldu; “…kıyamet gibi insan”, “kıyamet gibi kalabalık”, “kıyamet/mahşer günü/yeri gibi”, Sezen Aksu’nun şarkısı ritmiyle beraber kulaklarıma doldu;

“Bak atının terkisine de atmış, gözleri şaşı gelini
Mor kaftanlara sarmış, haspam odun gibi belini
Ah verin elime de kırayım, cadının derisi kara elini
Seni gidi dilleri fitne fücur, kıyametin gelsin

…………..”

Kıyameti hiç yaşamadan ne kadar da çok bilişimiz var bu konuyla ilgili.

Tabii ki ne ilahiyatçıyım ne de uzay bilimci… Sadece bu konuda düşünen bir insanım. Düşünmeye devam ediyorum. Kıyam-et! Kıyam ayağa kalkış, uyanış demekmiş dinimize göre. Ölülerin dirilip, sorguya gideceği zaman. Her zaman daha da derinde ne var acaba diye sorma prensibimden olsa gerek soruveriyorum; Uyanmak ve ayağa kalmanın daha farklı bir anlamı olabilir mi acaba biz insanoğluna anlatılmak istenen? Uyan, uyan!

Uyanmak, kendine uyanmak, kendini varlığını fark etmek için uyanmak olabilir mi? Olayları, nesneleri, dünyayı, insanı görme biçimlerimizde değişiklik, farklılaşma, algılarımızın değişmesi, dönüşmesi olabilir mi?

İnsanın dünyaya geliş nedenini, yaşam amacını, vizyonunu sorgulamaya başlaması, varlığını araştırması, kendini yeniden inşa ederek, yeniden yaratması, kendi kıyameti olabilir mi?

Bazı olaylar yaşamak, başımıza bazı olayların gelmesi, örneğin çok sevdiğimiz birini kaybetmemiz, çok tehlikeli bir hastalığa yakalanmamız, ölümden dönmemiz ya da tüm mal varlığımızı bir günde kaybetmemiz, bazılarımızın kıyametini, yaşarken de getirmiyor mu zaten?

Kıyametten, ölümden, Tanrı’ya hesap vermekten ya da verememekten bu kadar korkuyorsak neden yaşarken İNSAN olmaya niyet etmiyoruz. İnsanın en büyük korkusu ölüm yani yok olmak diye bilinir, yeniden doğuşun ya da ölümden sonra yok olmayacağımızın garantisi olsa daha iyi mi yoksa daha kötü insanlar mı oluruz? İnsan denen varlık korkularından özgürleşirse insani çizgide onu ne tutar?

Çok , pek çok soru ve cevap geçiyor yüreğimden aklımdan, ben bir kaçını paylaşmaya çalıştım, sizlerde kendi sorgulamanızı yaparsınız kendi cevaplarınızı alırsınız akılınızdan ve gönlünüzden.

Sezen Aksu yeniden döndü kulaklarımda…

Kıyametten sonra görüşmek üzere…

Kara kutu

Kara kutu 150 150 dolunay

Kadın ne zaman kadın olmaktan vazgeçti? Kendi isteklerinden, arzularından kendinden ne zaman vazgeçti? Birden mi oldu ki? “Hayır” diyorum hemen, yüzyılların içinde oldu. Kadına kim yaptı bunu? Kadın neden bu kadar kolay kendinden vazgeçti? Ona vaat edilen neydi? Neyle kandırıldı? Pembe panjur ne zaman moda oldu?

Kadını ne zaman eve kapattık,” Annelik” apoletlerini omzuna takarak, kutsal rolünü ne zaman biçtik? En büyük görevinin evine sahip çıkmak olduğunu, çocuk doğurup büyütmek, erkeğine hem annelik hem kadınlık yapmak olduğu yalanını ne zaman uydurduk? Kadından neden korktuk acaba, zapt edemezsek ne olacak sandık?

Sorular, sorular, arkası kesilmiyor soruların…

Tarih neden sadece erkeğin hikayesini anlatır, (history -Onun hikayesi), kadının hikayesine ne oldu, tarihi sadece erkek mi yapar kendi kendine, tarih sadece kazanılan savaşlardan mı yazılır? Akan erkek kanlarıyla mı yazılır tarih, kadınların rolü hiç mi yoktur, mesela 2. Dünya savaşında Paris’in yerle bir olmasını engelleyen önemli faktörlerden biri de Fransız kadınları değil midir?

Peki, kadını cinsel meta yapmamız hangi tarihlere rastlar? Kadın her şeyi sattırır düşüncesi nereden geldi? Bir kadın ilk kez ne zaman bir reklamda bir ürünle beraber satıldı acaba?

Kadının kendi bedenine yabancılaşması bir insana yapılabilecek en acımasızca şey değil miydir?

Zihnimden buna benzer sorular, sorgulamalar geçiyordu ki “biz ona kara kutu diyoruz kızlar arasında” cümlesiyle kendime geldim. İlk geceyle ilgili endişeleri vardı karşımdaki genç insanın , “canım çok yanacak diye korkuyorum, düşününce bile kendimi kasıyorum” diyordu.

Onunla konuşuyor, bir taraftan da zihnimi susturmaya çalışıyordum ama nafile, geveze zihin susar mı hiç! Sorgulama çeşmesi açılmıştı bir kere.

Kara kutu, kutu,… Vajina’ydı gerçek adı, kadın kendi cinsel organının adını ne zaman söylemez, ne zaman söyleyemez olmuştu? Hatta vajina Latincesiydi, Türkçesine ne olmuştu da kullanmayı bırakmıştık? Cinselliği kadından bu derece koparan, erkeğe serbest kılan, kadına yasaklayan, kendi cinsel organının adını söyletmeyen şey, kibarlık olamazdı, olsa olsa cahillik, kabuklar, modernleştikçe kendini unutan insanlık olabilirdi. Bu cehalet, bu kabuk garip ama okumuşu daha çok buluyordu, okullu olanı, kentte yaşayanı daha çok seviyordu. Kentlinin dış ve iç kabukları daha kalındı, kat kattı… Ayıp olurları, elalemi, günahları, yasakları, kuralları, sırları daha çoktu…

Köyde ya da kırsalda yaşayan- havasından suyundan olsa gerek- kabuksuzdu. Köylük yerde tüm ihtiyaçlarla ilgili konuşmak doğaldı. Ayıp henüz köye gelmemişti.

Bizim gibi ülkelerde çok sık görülen vajinimus da bunların sonucu değil miydi? Abartılı ve yanlış bilgiler, ilişki olurken acıyacak, çok kanama olacak korkusu, penis korkusu… İlk vajinismus kimdi acaba dünyada? Literatür de 1860’lı yıllarda Amerikalı Jinekolog J. Martin Sims “…evlilik hayatında her iki tarafında bu kadar mutsuz eden başka bir hastalık yok…”diye tanımlıyordu vajinismusu. Çok daha öncesi vardı muhtemelen, kadın bedeninin cinsel keyfin bedeli olarak ödediği acıyı yani doğum sancısını yaşadığı zaman kadar eski olabilir miydi! Kim bilir belki!

Peki ne olursa kadın bedenini keşfeder, kendi haklarının peşine düşer?

Kadın kendi cinselliğine nasıl uyanır? Olmasa da olur demekten ne zaman vazgeçip, olmazsa olmaz der.

Galiba pek çok cevap var ama ‘öz cevap’ bence şudur; Kadın kendini keşfettikçe, farkettikçe, bedenini her haliyle sevmeyi deneyimleyip- zayıf olacaksın, daha da zayıf olacaksın, kendine bakacaksın gibi sistem dayatmalarından özgürleştikçe- sadece eş, anne olmaya gelmedim dünyaya, ben önemliyim, değerliyim, isteklerim değerli, arzularım değerli demeyi ve bunların peşinden gitmeyi öğrendikçe bu düzen değişir sevgili dostlar! Vajinismus, orgazm sorunları gibi pek çok cinsel işlev bozukluğunu en aza indirecek en etkin yolda kadının kendi bedenini keşfetmesidir.

Bu arada, “neden erkekleri de yazmadın, biz de penise penis diyemiyoruz rahat rahat” diyecek bir ErKeK olursa; onu da başka yazıda yazarım ama en iyisi onu da siz yazıverin sevgili erKeK’ler 🙂

Sevgiyle…

Kurban olmak

Kurban olmak 150 150 dolunay

Yine Bayram geldi. Bizim ülkemiz bayramdan yana çok şanslı… Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı, Ramazan Bayramı, Zafer Bayramı, Cumhuriyet Bayramı, Kurban Bayramı… En kanlı olan Kurban Bayramı gibi görünse de diğerlerin çoğu da büyük kanlı savaşların sonunda Bayram olmuş! Bayramlar boşu boşuna bayram olmamış yani, bedeller ödenmiş…

Hepimizin bayramı kutlu olsun!

Kurban Bayramı deyince aklıma gelen başka bir konuyu yazmak istiyorum aslında… Kendini kurban eden insanlar ya da kurban gibi hissedenlerden! Bazen ailesi için, bazen bir dava için, bazen sevdiği için, bazen inadı için, çoğu zamanda korkuları için…

Çocuklarını, torunlarını seven kadın sesleri gelir kulağıma “uyy sana kurban olurum, anneannen/babaannen kurban olur sana” gibi…

Erkeklerden ‘kurban olurum sana’ yı pek duyduğumu hatırlamıyorum hatta hiç hatırlamıyorum!

Ya da istemediği şeylere maruz kalan insanların tepkileri “Kendimi kurban gibi hissediyorum.” İstemeye istemeye bir şeyleri yapmaya zorunlu bırakılan insan sesleri, istemeden evlendirilen, onaylamadığı hayatı yaşayan insan sesleri; “Kendimi kurbanlık koyun gibi hissediyorum”.

Çaresizliğin sesi!

Bazen de ailesi, çocukları için, kendi isteklerini hiç sormayan, kendi isteklerinin farkında olmayan yani kendinin farkında olmayan anneler, babalar. Kendini kurban eden, saçını süpürge edenler! Bunun tam tersi de bizim ülkemizde çok görülür; anne babası için küçücük yaşta çalışmaya başlayan, ev geçindiren, evlenen, kendi hayallerini unutan hatta “hayal mi o da ne?” diyen yaşı küçük, ruhu kocaman varlıklar!
Ya da “Bu dava uğruna başımı ortaya koydum” diyenler. Yani seve seve kurban olanlar!

Bir de istediklerini/hayallerini yapmaya yeterince cesareti olmadığı için belki de ne istediklerini tam bilmedikleri için korktukları için “Ben aslında sanatçı olacaktım annem/babam izin vermedi.”, “Ben aslında mühendis olacaktım, annem en iyisi öğretmenlik dedi, hep onlar yüzünden istediğim mesleği yapamadım. Beni kendi isteklerine kurban ettiler.”… nefs’in şikayetleri.

Tüm bu “kurban olma” senaryolarında bana en acı geleni; inadı uğruna aşkını, sevgisini kurban edenler. “Ne değişeceğim sen değiş, sorun sende, değişmezsen değişme bu iş biter o zaman” , “Bir kere inat ettim, dönen ben olmayacağım”. Sevgi o kadar kıymetli ki nasıl olur da inat uğruna harcanır, kurban edilir değil mi?

İnadından sevgisini söyleyemeyenler, barışamayanlar, küsenler, küs ölenler… Kurbanlıkların içinde en zavallısı bu grup bence! Sevgiden yaratılmış bir varlık olan insanın nasıl olup da bu kadar inat edebildiğine ve kendine zarar verebildiğine şaşırmadan edemiyorum.

İnat uğruna girilen savaşlardan, dökülen kanlardan, bitmeyen töre cinayetlerinden bahsetmeyeceğim bile…

Sözün özü, özün sözü şu ki; Aslında kurban edilecek tek şey EGO’larımız!

Bayramlar, paylaşmayı, şefkati, çok güçlü şekilde hatırladığımız günler. Dilerim ki bu bayram barışmalara vesile olur, ülkemizde ve dünyada barış kültürü yaşanır olur.

Sevgiyle