Hayata Dair

Şişme aşık

Şişme aşık 150 150 dolunay

İlişkiler, dostluklar, aşklar başlıyor ve…

İlk gün:

– Seni seviyorum, hayatımın aşkısın!

  1. gün:

– Seni seviyorum ama bu eteği giyme ya da sen benim en iyi dostumsun ama Ayşe’nin dostu olma, kıskanıyorum.

  1. haftanın sonunda:

– Galiba bu iş yürümeyecek, söylediğim hiçbir şeyi yapmıyorsun! Galiba ten uyumu yok aramızda!

Günümüz dünyası; insanların, birbirine ve kendine yabancılaştığı, birbirlerine karşı ne hissettiklerini bile tam bilmedikleri, duyguların anlamlarının bile içinin boşaldığı bir dünya. Aşkın, sevginin ne olduğu bile bilinmeden çabucak harcandığı günler bu günler!

Sevgililer Günü’nde sevgiliye gönderilen çiçek demetinin büyüklüğü ya da hediyenin maddi değerinin büyüklüğü ile aşkların süresi arasında ters orantı var!

Bu da değişir elbet ama şimdilik çoğunlukla böyle…

Sevgiden, aşktan korkan gruba bugün sözlerim. (Bilirim ki çok cesur, aşka, sevgiye aşık pek çok insanda var.) Aşklarımız, sevişmelerimiz birkaç günlük ya da sadece birkaç ay sürüyor. “Cinsellik olmadan yaşayamam, aşk istemem, acı, kadın gözyaşı ve sorumluluğu istemem ama cinsellik olmalı” hayatımda diyenler var. Aşağıdaki haberdeki şişme bebekleri satın alan erkeklerin bir kısmı bu nedenle alıyordur diye tahmin ediyorum.

“Reuters haber ajansı, 14 Şubat Sevgililer Günü öncesinde şişme bebek ticareti hakkında bir haber servis etti. Fenghua dışındaki Ningbo Yamei plastik fabrikasına giren ajans, şişme bebek üretiminin en ilginç ayrıntılarını gözler önüne serdi. Yaklaşık 13 farklı şişme bebek modeli ürettiklerini belirten yetkililer 16 dolara satılan bebeklerin en çok Japonya, Kore ve Türkiye’ye satıldığını açıkladı. Geçen yıl 50 bin şişme bebek satıldığını açıklayan şirket sözcüsü “Bunların yüzde 15’ini üç ülke alıyor” dedi!

14 Şubat Sevgililer Günü’nü yalnız geçirmek istemeyen erkekler bir yol bulmuş gibi görünüyor. Ama yine de bana soracak olursanız; ömürlük aşklar, şişme aşklardan da aşıklardan da daha iyidir.

Yalnızlaşma, sosyal fobi, ilişki fobisi, aşık olamamak, acı çekmekten korkmak… gibi pek çok psikolojik sorun yaşayan birey, sevginin, aşkın o güzel büyüsünden, ateşinden mahrum kalmaktadır. Aşktan korkanlar ya da aşkı yaşayamayanlar; aşk’ın büyüten, çoğaltan gücünden, sevginin insanın yüreğini genişleten ve sanki tüm insanları, doğayı içine alabilecekmiş gibi hissettirmesinden, nedensizce gülmelerden, herkese “aşkım” diyebilme şaşkınlığından ve daha nelerden nelerden mahrum kalırlar…Siz de yazmak ister misiniz, başka neler geliyor aklınıza?

Nazım Hikmet’in dediği gibi;

“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da,

Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil!

Bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte,

Yani yürekte!”

Aşk ve sevgiyle..

 

Dünya Kadınlar Günü

Dünya Kadınlar Günü 150 150 dolunay

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü…

8 Mart 1857’de ABD’de dokuma işçileri daha iyi çalışma koşulları istemiyle grev başlatıyorlar. Polisin işçilere saldırması, işçilerin fabrikaya kilitlenmeleri ve çıkan yangında çoğu kadın 129 kişi can veriyor. 1910’da Uluslararası Sosyalist Kadınlar toplantısında, Almanya Sosyal Demokrat Partisi lideri Clara Zetkin 1857 yılında ölen kadın işçilerin anısına 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını öneriyor ve bu öneri oy birliğiyle kabul ediliyor.

Türkiye’de 1921 yılında ilk kez “8 Mart Emekçi Kadınlar Günü olarak” kutlanıyor. Yıllar içinde “Emekçisi” kalkıyor.

1975 yılında Dünya Kadınlar Yılı’nı ilan eden Birleşmiş Milletler Örgütü, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ın tüm kadınlar için “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını kararlaştırıyor.

Bu haftaki yazıma 8 Mart’la ilgili kısa bir tarihçe ile başladım. Bence bu tür günlerin tarihçesini bilmek, hangi vesileyle bu günleri kutladığımızı bilmek, en dipteki anlamını idrak etmek çok ama çok önemli. Kadın haklarının kazanılması ve hayatta geçirilmesi, uygulanması sürecinde; yol açıçılara, devrim yapanlara ve bu uğurda canını verenlere şükran borcumuz var.

Kadınlara çiçekler, hediyeler alalım, çiçekçiler, çikolatacılar, mağzalar kazansın diye kutlanmıyor Kadınlar Günü. Bu kadar basit olamaz!

Kadınlar günü önemli çünkü…

Kadınlara yapılan ayrımcılığın, şiddetin, cinsel sömürünün konuşulacağı, eşitliği, barışı, özgürlüğü, insanlığı, sevgiyi vurgulayacak bir gün olduğu için önemli “Dünya Kadınlar Günü!”

Erkeğin son yüzyıllarda kadını ve dünyayı kontrol etmek için kullandığı tek şey; GÜÇ ve KUVVET! İşe yaradı mı? Bence HAYIR.

Hala;

– Kadınlara karşı şiddet dünyada en yaygın, ancak en az cezalandırılan suç,

– Fuhuşa zorlanan ya da bunun için satılan kadınların sayısı yılda 700.000 ila 4.000.000 arasında. Cinsel kölelik düzeninden elde edilen kazançlar yılda tahminen on iki milyar dolar.

– Küresel olarak, 15 ile 45 yaş arası kadınlar, kanser, sıtma, trafik kazaları ve savaşlardan daha ziyade, erkek şiddetinin sonucu hayatını kaybetmekte veya sakatlanmakta.

– En az üç kadından biri dövülmüş, cinsel ilişkiye zorlanmış ya da hayatı boyunca başka türlü suistimal edilmiş (tecavüz, kötü davranış). Genellikle, suistimal eden kişi aileden bir üye ya da kadının tanıdığı bir kimse. Ev içi şiddet, bölge, kültür, etnik köken, eğitim, sınıf ve din ne olursa olsun kadınlara karşı en yaygın suistimal şekli.

– Dinsel, kültürel vb. nedenlerle yılda iki milyondan fazla kız çocuğunun genital organlarına hasar verilmekte . Bu oran, 15 saniyede bir kız çocuğu yapar.

– HIV bulaşmış kadınların daha fazla şiddete maruz kaldıkları, şiddet kurbanlarının da HIV bulaşma risklerinin daha yüksek olduğunu bilinmekte.

– HIV/AIDS salgınında kadınlar ve çocuklar savunmasız ve mağdur.

– Kadınlar dünya çapında toplam iş gücü içinde yükün üçte ikisini üstleniyorlar.

– Dünyanın toplam gıdasının %52’sini üretiyorlar.

– Ancak dünya gelirinden onda bir oranında pay alıp dünyadaki tüm mal varlığının yalnızca % 1’ine sahip olabiliyorlar.

Aslında bu liste uzar da uzar…İnsana yakışmayan davranışlar. Adaletsizlik…

Çözüm listeleri de çok uzun… Çözüme dair eylem adımlarını uygularken hepimize görev düşüyor bence, kadına, erkeğe, devlete, kurumlara, gönüllü kuruluşlara, din adamlarına, toplum sözcülerine… Herkese, hepimize…

Kadınlar kendi değerlerini, kudretlerini farkettikçe, korkunun yerini sevgi aldıkça, erkekler gücü bıraktıkça, barış herkes için yaşanır olacaktır.

Dünya Kadınlar Günümüz kutlu olsun…

Sevgiyle…

Özgür olmak istiyorum!

Özgür olmak istiyorum! 150 150 dolunay

İlişki terapisinde seanslarda çiftlere tek tek sorarım “ Ne istiyorsunuz? Bu çalışmanın sonunda ulaşmak istediğiniz nedir? Ne olsa sizin için ve ilişkiniz için en çok istediğiniz sonuç olur?” diye.

Herkes farklı cevaplar verir. Çiftten çifte cevaplar değişebileceği gibi bir çiftte eşler arasında da farklı cevaplar gelir…

“Yeniden eski günlere dönmek, ilk flört anındaki heyecanları yaşamak istiyorum.”

“Eşimin beni hep sevmesini istiyorum.”

“Mutlu olmak, eşimle huzurlu olmak istiyorum.”

“Hiç kavga etmeyelim istiyorum.”

“Eşimin beni anlamasını, annesinden önce bana inanmasını istiyorum.”

“Aile olmak istiyorum.”

Buna benzer pek çok cevap duydum yıllar içinde ancak çok hoşuma giden ve çok takdir ettiğim cevap ise 20 yıllık evli çiftte kadının verdiği cevaptı: “Özgür olmak istiyorum!”

Üçümüzde farklı farklı şeyler anlamış olabilirdik, sormak en iyisiydi. “Özgür olmak istiyorum” derken ne demek istediğini sordum.

“Kendimi aramak ve bulmak istiyorum, kendimi keşfetmek istiyorum, çok erken evlendim, iki çocuk büyüttüm, eşime eş, aileye gelin oldum. Kendimden başka herkes için yaşadım. Artık kendim için bir şey yapmak istiyorum, kim olduğumu fark etmek, kendimi bulmak istiyorum. Benim için bu özgür olmak demek.”

Bu hedefinden dolayı takdir ettim ve bu yolda onda olacak değişimleri merak ettiğimi söyledim.

Seanstan sonra uzun uzun düşündüm… Özgür olmak, özgür olmak neydi? Çok sevdiğim iki söz kulaklarımda yankılanıyor…

“Gerçeği bulmak demek, özgürlüğü bulmak, kendini bulmak demektir.”

“İnsanın gerçek özgürlüğünü bulabilmesi için kendini bilmesi gerekir. Akıl ancak vicdanla birleşirse, hem kendinin hem başkalarının yararına çalışır.”

Kendini bilmek, kendini bulmak, özgür olmak ne kadar değerli ve önemli…

“İlim ilim bilmektir
ilim kendin bilmektir
sen kendini bilmezsen
ya nice okumaktır…” 
demişti Yunus Emre..

Kim gerçekten özgürdü bu durumda!

Ne kadar özgür hissediyordum kendimi? Özgürlüğün yüzdeliği olur muydu? Özgürlük satın alınabilir miydi? Bağımlılığı olan insanlar özgür olabilir miydi? Örneğin sigara içen biri “İçmeden yapamam” diyen biri ya da “Sen olmadan yaşayamam” diyen biri özgür müydü? Çok para kazanmak özgürlük müydü? Özgürlüğün çeşitleri var mıydı? Maddi özgürlük, duygusal özgürlük, düşünce özgürlüğü, fikir özgürlüğü, seyahat etme özgürlüğü, sevme özgürlüğü…

Düşünceler hapsedilebilir mi? Hapishanelerde insanlar özgür olabilir mi? Ya da dünya bazen insana hapishane gibi gelir mi? İçsel özgürlük yoksa bedenin özgür olması tam bir özgürlük hali midir? O kadar çok soru geçti ki aklımdan… Özgürlük neydi, ne değildi?

İçim diyor ki, özgürlük; “Bulunduğun noktada huzurlu ve dengede olmak, kim olduğunu bilmektir.”

Bu konu üzerinde daha çok düşünecek gibiyim.

Kim gerçekten özgür? Kendini özgür hissedenler el kaldırsın.

Sevgiyle…

Müzik bebeğe iyi gelir!

Müzik bebeğe iyi gelir! 150 150 dolunay

“Bence eğitim, müzikle başlamalıdır. Ritm öğesi, insana düzen ve ölçülülük, ezgi öğeside yiğitlik, sevgi ve dostluk duyguları verir.” Eflatun

Anne karnındaki bebeklerin dışarıdan gelen sesleri duydukları ve reaksiyon verdikleri ve gebelikte dışarıdan gelen seslerin ve müzik dinlemenin bebeğe ve gebeye olumlu etkileri bilim insanları tarafından kabul gören bir gerçekliktir.

Bebeklerin anne karnına yerleştiği anda mı yoksa belli bir aydan sonra mı duymaya ve kaydetmeye başladıkları tam olarak bilinmese de şimdilik ortak kanı 24. aydan sonra bu yeteneğe sahip olduklarıdır. Gebelikte dışarıdan gelen seslerin bebeğin sinir ve motor sisteminin gelişiminde önemli etkileri olduğu yapılan çalışmalarda kanıtlanmıştır.

Ayrıca yapılan çalışmalar gösteriyor ki; sakin ve huzurlu anne adaylarından dünyaya gelen bebekler, gebeliğinde duygusal sorunlar yaşamış anne adaylarının bebeklerine göre daha sakin ve huzurlu oluyorlar. Bu da bize şunu gösterir:  Anne karnındaki bebekle annesi arasında ve dışarıdan gelen tüm seslerle ve duygularla bir ilişki, iletişim vardır. Bu ilişkiyi olumlu yönlendirebilirsek dünyaya gelecek bebeğin gelişim süreçlerine daha etkin katkıda bulunmuş oluruz.

Bebekler müzik ritimlerini algılama ve hatırlama, bir bestedeki yükselen ve alçalan ses tonlarını fark etme ve tempo değişikliklerini algılamada inanılmaz bir yeteneğe bir sahiptirler. Bu nedenle anne karnındaki bebeklere dış dünyadan dinletilecek müziklerin ritmi, tonu bebeğin ruh sağlığı ve zihin yetenekleri açısından destekleyici olabilir.

Baba adaylarının gebelik boyunca bebekleriyle konuşması, onlara masallar okumaları sonucunda bebeklerinin babalarının seslerin daha ilk günlerden fark edebildikleri yine yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur.

“Gebelik sürecinde ben ne yapabilirim?” diyen babalara duyurulur!

Dr. Masaru Enoto’nun su kristalleri üzerinde yaptığı deneyi çoğumuz biliriz. Su kristalleri üzerinde 4 faklı deney grubu oluşturuyorlar. Her bir grubu -5 derece dondurup 3 saat boyunca faklı tonlarda, ritimlerde müzik dinletiyorlar. En güzel su kristalinin klasik müzik dinletilen su molekülü olduğunu gözlemliyorlar, metal müzik dinletilen su molekülü çok çirkin ve bozuk bir görüntü alıyor.

Aynı deneyi sözcüklerle yapıyorlar, yine dört farklı su grubuna, 3 saat boyunca 4 farklı cümle söylüyorlar. “teşekkür ederim” ve “seni seviyorum” denilen su kristallerinin görüntülerinin çok güzelleştiği, “iğrençsin”, “çok beceriksizsin” cümlelerinin söylendiği kristallerin görüntülerinin bozulduğu görüntüleniyor.

İnsan bedeninin %80’inin sudan oluştuğu düşünüldüğünde düşüncelerimizle ve birbirimize söylediklerimizle kendimize ve birbirimize neler yapabileceğimizi farkedelim isteseniz.

Yukardaki örnek; anne karnındaki bebeklerin rahatlatıcı ve keyifli müziğin, ritmin, söylenen olumlu takdir, teşekkür ve sevgi içeren cümlelerinin onların fiziksel ve ruhsal gelişimleri üzerinde nasıl etkili olduğunu anlamak için iyi bir örnektir.

Bebeğinizi beklerken, onunla konuşun ve “Seni seviyorum”, “Seni sevgiyle bekliyorum”, “Benimle olduğun için teşekkür ederim”, “Zeki, sakin ve neşeli olduğun için teşekkür ederim” gibi olumlu ifadeler kullanın. Ninniler, şarkılar söyleyebilir, klasik ya da rahatlatıcı müzikler dinleyebilirsiniz. Bebeğiniz doğduktan sonra da odasında özellikle uyku esnasında müzik dinletebilirsiniz. Ayrıca, ona dünyaya geleceği aileyi anlatabilir, kendinizin reklamını yapabilirsiniz.

Tüm bu süreçler bebeğinizle sizin bağınızı, bebeğiniz de dış dünyayla bağını güçlendirecektir.

Hayatın içindeki ritimi ve müziği duymanız dileğimle…

Sevgiyle

Sevgi ne ola ki!

Sevgi ne ola ki! 150 150 dolunay

Sevgi, hepimizin dilindedir;
“seni çok seviyorum, lütfen beni bırakma” deriz,
“sana araba alayım lütfen beni sev “ deriz,
“sevdiğim için vurdum, öldürdüm” deriz,
“seven insan kıskanır” deriz,
“sigara içmeyi çok seviyorum” deriz,
“sevdiğimden dövdüm” deriz,
“dersini iyi çalış sınıfını geç, yoksa seni sevmem” deriz,
“beni seviyorsan değişirsin” deriz,
“onu çok sevdiğimden intihar ettim” deriz… deriz de deriz… Ağzımızdan çıkan sevgi söylevleri ateşlidir, tutkuludur, acı kokar biraz.
Bugünlerde yeniden düşünür oldum SEVGİ üzerine. Tanımlamakta zorlandım. Tanımını var ZANnettiğim ama net bir tanımı olmayan bir haldi Sevgi. İçimdeki sorular görünür oldu, sesi duyulur oldu; Sevgi koşul koyar mı? Sevgi acı verir mi? Sevgi sınır koyar mı? Sevgi yasaklar mı? Sevgi parayla satın alınır mı? Sevgi cana kıyar mı? Sevgi nedir? Koşulsuz sevgi var mıdır gerçekten? Sevgi ne ola ki? Sevgi, sevgi… kulağımda dönüyor biraz, özüm yine soruyor;
Gerçek sevgi nasıl yaşanır? Hangi haller sevgi halleridir? Tam olarak koşulsuz sevgiyi yaşamak nasıl ola ki? Sevginin duygu halleri nasıldır?
Sevgi pek çok duyguyla karıştırılır, şefkatle, merhametle, acımakla, kıskançlıkla, …
Sevgi ve korku ise asla karıştırılmaz, korkunun olduğu yerde sevgi yoktur, sevginin var olduğu yerde de korkudan zerre bile yoktur.
İnsan doğduğu zaman kalbinde sevgiyle doğar, koşulsuz saf sevgiyle, bundandır yeni doğan bebekleri, çocukları sevişimiz, bundandır hep onlarla zaman geçirmek isteyişimiz. Sevgiye özlemimizdendir.
Sevgi ‘varlığın’ kendisidir, Sevgiyi doğuştan kalbimize mühürlü getiririz. Sevgi kalbimizdeki elmastır. Yaşadıkça, hayatı deneyimledikçe, ailelerimizden, öğretmenlerimizden yani çevremizden diğer duyguları kaydederiz. Korkuyu, kuşkuyu, güvenmemeyi, alay etmeyi, ayrımcılığı, dünyanın tehlikeli ve zor bir yer olduğunu, çok ama çok çalışmamız gerektiğini, paranın çok zor kazanıldığını, hak edenin hakkını alamadığını… daha pek çok zehirli, çamurlu inanç ‘elmas’ın çevresini kaplamaya başlar. Çocuk büyüdükçe dünyaya o çamurlu, kirli yerden bakmaya başlar, özündeki saf elması hatırlamaksızın. Yani koşulsuz sevgiyi unutur, koşullar dünyasına ayak uydurur. Ama elmas elmastır, koşullar, korkular, kısıtlı inançlar kalktığında o orada bizi en güzel haliyle kapsar.
Sevgi bir hediyedir fiyat etiketi olmayan. Karşılıksız vermenin adıdır sevgi. Karşılıksız, koşulsuz, özgürce vermektir sevgi. Sevgiyi en çok doğada görür insan, çiçekte, yaprakta, toprakta, kuşta, … en çok kendine doğada yaklaşır insan. Doğa bize hep karşılıksız verir ondan olsa gerek. Aynı bir ağaç gibi, çiçek gibi… Bir ağaç gölgesini herkese verir, iyi kötü ayırt etmez, çiçek her durumda açar, kokusunu herkese verir, güneş her durumda doğar, bugün canım istemiyor demez.
Sevgi sadece verir, o geri almakla ilgili hiçbir fikre sahip değildir. Bu geri almaz demek değildir. Hiçbir şey elde etme niyeti olmadan verdiğinde, bu zihninden bile geçmediğinde verdiğinin kat be katını alır.
Sevgi, insanların zaaflarını, zayıf yönlerini kabul etmektir. İnsanları olduğu gibi görmek ve sevmektir. Sevmek çok duru, temiz, çok serin bir hal olsa gerek diyor içim. Sevgi özgürdür. “Sen bilirsin” der!
Sevgi, insanın kendisini sevmesiyle başlar, kendini sevmek, kendine değer vermek,
Kötü not alsam da, işimde başarısız olsam da, parasız pulsuz olsam da, kötü şeyler yapsam da, hesapsız kitapsız sevmeli insan kendini, koşulsuz… Kendini sevmeden başka birini sevmek mümkün müdür?
İçim diyor ki; korku bitiyor, her insan kendi elmasını keşfediyor, fark ediyor, sevginin kapılarını açıyor.
Sevginin her korkuyu, olayı dönüştürme, değiştirme gücünü, kudretini keşfediyor.
Hoş geldin Sevgi ne çok özlemişim seni, hoş geldin…

Acı

Acı 150 150 dolunay

İnsan başkasının acısını kendinden bilir çoğunlukla. Kendi acılarından kendi yaşanmışlığından bilir. Aynısı değildir ama kendine göre taşıyabildiğidir, gönlünü kavuran taraftan bilir…

Yetişkinler empati ve sempati kurabildiğinde algılar bir diğerinin duygusunu, bunun için akıllarının ve gönüllerinin açık olması gerekir. Çocuklar, biz yetişkinlerden farklı olarak gönülden algılarlar ve hissederler yüreklerinde bir diğerinin acısı.

Çocukluktan yetişkinliğe geçerken ve yetişkinlikte ise, “ama o da böyle yapmasaydı bu başına gelmezdi, ama bu onun başına geldiyse hak etmiştir, büyüklerim ne diyorsa odur bu konuda düşünmek ya da sorgulamak beni bozar…” vb. pek çok zihin sesi ses vermeye başlar.

Büyüdükçe birbirimizi algılamak ve hissetmek, söylenenin ötesini görmek, oyunları idrak etmek için hep farkındalıklı olmaya ihtiyacımız vardır. Çünkü artık çocukluk dönemi bitmiş ve yetişkine ait oyunlar başlamıştır.

İnsan çocukluktan yetişkinliğe geçtikçe egosu devleşir çoğu zaman. Büyüdükçe zihnimizin oyunları devreye girer. İnandığımız şeylere körü körüne inanmak isteriz. İnançlarımız, düşüncelerimiz bizim güvenli limanlarımız olur çoğu zaman. Güvenli limanlarımızdan çıkmak içinse hep sorgulayan ve soru soran bir akla ve gönlüne yatmayanı kabul etmeyen bir vicdana ihtiyaç vardır.

Akıl bize bütünlük bilincinden bakıp soru sorabilmek için, gönül ise vicdanımızın sesini hep duyabilmek için verilmiş bence. Akıl ve gönlün birlikte çalışması da çok önemlidir. Doğru ve yanlışı bu şekilde ayırt eder ve adımlarımızı buna göre atarız. Örneğin; tüm dünya karşımızda olsa bile ya da “deli misin bu parayı nasıl geri çevirsin altı üstü bir imza” dese bile… Akıl ve gönül işbirliği yapan insanlar aklına ve gönlüne yatmayan hiçbir şeye evet demez. Güvenli limanını terk edip azgın sularla boğuşmak pahasına bile olsa…

Güvenli limanlardan çıkmayı severim ben, hep sorular sormayı severim, kendi iç meclisimle konuşmayı, onu eleştirmeyi ve aklıma ve gönlüme yatanı yapmayı severim ben! Acılar yaşayan insanlar gördüğümde ise susarım ve saygıyla acısını paylaşırım taşıyabilme kapasitem yettikçe. Bununla birlikte aklım hep soru sorar sessizce:

Bu acı yaşanmayabilir miydi?

Yaşayanın payı ne kadar bu olayda ve başka kimlere paylar düşüyor?

Pay sahiplerine bakarım tek tek, kendim de dahil.

Benim üzerime düşen bir sorumluluk var mı?

Kendimde neyi değiştirir ya da iyileştirsem bu tür olayların yaşanmasını azaltırım?

Çünkü bilirim ki dünyada yaşanan hiçbir olay benden ayrı değil, benim de payım var. Bilirim ki dünyada olan tüm olumsuz görünen olaylardan (trafik kazaları, depremler, felaketler, hastalıklar) hepimiz sorumluyuz, büyüğünden küçüğüne…. Daha aydın daha insana yakışan daha insan odaklı bir ülke için dünya için “Ben kendimde neyi değiştirmeliyim?” sorusunu sormak ve aldığım cevabı uygulamaya başlamak benim yapabileceğim ilk şey.

Soma’da hayatını yitiren cesur insanlar, hakkınızı helal edin, umarım biz geride kalanlar sizlerin bizlere yaşattığı bu acı deneyimle daha büyür, daha olgunlaşır daha “insan” oluruz!

Egomu kurban verdim

Egomu kurban verdim 150 150 dolunay

Bugün Bayram, Kurban Bayramı, Kurban Bayramı…
Beynimde yankılanıyor bir süre, çocukluğumda kurban bayramıyla ilgili anılarım canlanıyor birden… Film şeridi gibi gözümün önünden anılar geçiyor…
Hayvanlar kesilirken saklanışım, kulaklarımı ve gözlerimi kapatışım, sesleri, kesilmiş kurbanlıkların kafaları, bazı çocukların kesim anını dikkatli bir şekilde izleyişi, anne- babaların çocuklarına “Öğrenin, öğrenin, ileride siz de keseceksiniz, her erkek mutlaka kurban kesmeyi öğrenmeli” deyişleri… Hayır diyor içim Hayır, bu işi yapan insanlar ayrı olmalı, bu hayvana eziyet vermeden olmalı, herkes kurban kesemez, kesmemeli…
Çocukların bu süreci izlemeleri, öğrenmeye çalışmaları, çocuğun bilişsel ve davranışsal gelişim süreci için çok tehlikeli…Hele kurbanlığı günler öncesinden eve getirdiyseniz ve çocuğunuzun onunla iletişim kurmasını, beslemesini sevmesini sağladıysanız… Umarım aileler bunu farkederler.
Kurban Bayramı’nda sadece koyunlar, kuzular mı kurban edilir sizce? Kurban Bayramı’nda Yaradan’a karşı görevimiz sadece kan akıtmak değildir bence…
İnsan kendi EGO’sunu, olumsuzluklarını, nefretini, kızgınlığını, haseti, küslüğünü kurban etmeli, Kurban Bayramı’nda…
Bayramlar; paylaşmayı, şefkati, çok güçlü şekilde hatırladığımız günlerdir. Bayramlar; barışmalara vesile olur her zaman, barışmak, affetmek geleneğimizde var, insanın özünde, mayasında var…
Çok değerli büyüğüm, canım hocamın barışla ilgili sözünü hatırlıyorum, “Dünya bugüne kadar bencillik, nefret, kin, düşmanlık ve sevgisizliğin eyleme geçişini acı ve ıstıraplar içinde yaşadı. Artık iyilik, doğruluk, sevgi ve olgunluğun, eyleme geçmesi, egemen olmasının zamanı geldi. Bunun için el ele vererek durmadan çalışmak gerekir, M.G”
Gelin bu Kurban Bayramı’nda kendimizi, negatif duygularımızı kurban edelim, yerine, sevgiyi, şefkati, merhameti koyalım… Bu kurban en güzel kurban olsun…
Sevgiyle…
Psikolojik Danışman-Cinsel Terapist Dolunay Kadıoğlu
Erickson Koçu
dk@dolunaykadioglu.com
09.11.2011

Şevkat Zamanı

Şevkat Zamanı 150 150 dolunay

Yaşam oyununda bazı anlar, bazı sahneler vardır her şeyin önemini yitirdiği, nefes almanın zorlaştığı, aldığın nefes için her an şükrederken bir an gelir şükredemediğin, yazının, sözün anlamını yitirdiği… Söz biter, yazı biter, elin kaleme gitmez ama yazmak gerekir, zorla yazarız.
Bu yazıyı yazarken hissettiğim duygu! Bir tarafım derki “Elinden gelen tek şey bu mu yazı yazmak, pehpehpeh ne kolay, yaz, oturduğun yerden yaz, sıcacık odanda yaz bakalım!” Diğer tarafımda der ki “Yazmaya devam et, asıl bugünlerde yaz, yazmak paylaşmaktır, yazı düşüncenin harflerle ifadesidir, etkisi güçlüdür, yaz, konuş, dua et, …”
Deprem ve terör, bir ülkenin yaşayabileceği en büyük travmalardandır. Bizde hepsi var, dahası da var… İnsan ruhunun yaşamaya kolay kolay dayanamayacağı, her babayiğidin taşıyamayacağı acılardan. Bir anda hayatımızı altüst eden, kontrol dışı, insan aklının almakta zorlandığı olaylar…Trafik kazaları, depremler, terör, ani kayıplar…
Bu tür zamanlar her aile için zordur. Bazı aileler dağılır, yok olur, aile üyeleri hayattan zamansız göç eder! Bazı ailelerise, aile olduklarını ilk kez fark ederler, zor günlerde birbirlerine kenetlenirler!
Bu tür zamanlar her ülke için zordur. Acının kolayı olmaz! Bazı ülkeler kenetlenir birbirine, “Birimiz hepimiz hepimiz birimiz için” derler. Kimi çok kimi az, ama mutlaka bir dayanışma olur!
Türkiye hep kenetlenir birbirine, kim ne derse desin, acıyı paylaşmayı, yardımı biliriz. Başka bir ülkenin kolay kolay dayanamayacağı acıları, biz metanetle, birbirimize sarılarak atlatmaya çalışırız.
Geçen haftaki terör ve bu haftaki deprem olaylarında çok riskli bir sinyal aldım. Ayrışma…
Bence bir ülke için terörden, depremden daha tehlikeli bir durum bu. Bir ülkeyi bölmek, dağıtmak, yok etmek için yürütülen çok etkin bir psikolojik terör!
Sen, ben, onlar, bizler… Öteki.
Bu gün ben birine “öteki” diyorsam, yarın ben de “öteki” olabilirim. Hatta olmuşumdur bile, öteki olmak karşılıklıdır çünkü! Öteki dediğin aynadaki yansımandır oysa ki!
Bu tür anlar İNSANlık sınavı veririz. Bugünlerde “İnsan olmak demek ne demektir diye?”soruyor içim. Bu günlerde nasıl anlarım bunu, bir ölçek var mı? Cevap geliyor yine içimden: Merhamet, şevkat, sevgi ölçeğin olsun.
Neydi bunlar, nasıl duygulardı?
“Merhamet, şevkat, acımak değildir” diyor içim, her ikisi de kapsayıcı duygulardır.”Başka birinin başına gelen acı bir olayı, felaketi içinde hissetmek ve onun önünde eğilmektir, kapsamaktır, sarmalamaktır. Bunu karşılık beklemeden, koşulsuzca yapmaktır. Sevgi ise tüm acıları sarabilecek, hepimizin tek, bir olduğunu aynı Tanrının evlatları olduğumuzu ispat eden tek duygudur” diyor içim! Dili, dini, ırkı, ülkesi yoktur!
Zordur; deprem çok zordur. Terör çok zordur. Çok zordur ani kayıplar…
Tüm bunların farkındalığıyla birbirimizi anlayalım. Bu olayları birebir yaşayan insanlardan, ülkelerden normal davranışlar beklemek anormaldir. Bu nedenle “Hoşgörü Gözlükleri” takalım birbirimize…
Kızmak, kahretmek, öfkelenmek, suçlamak kolaydır. Zor olan sakin kalmak, aklıselim kalmaktır. Birbirimizi, yapılan ya da yapılmayanları, kurum ve kuruluşları, hataları daha iyisini yapmak adına sonra konuşuruz, tartışırız, şimdi kenetlenme zamanı.
Sevgi, merhamet, şevkat duygularını hatırlamak ve hatırlanmasını dilemek, ülkemizin bu zor günlerinde doğu- batı- kuzey- güney her bir köşesi için dua etmek… En güçlü silahtan daha güçlü bir kuvvet hatta kudret!
Allah hepimize sabır versin!
Sevgiyle
Psikolojik Danışman-Cinsel Terapist Dolunay Kadıoğlu

Kaosun çileği

Kaosun çileği 150 150 dolunay

Kaos kelimesinin çok daha sıklıkla duyulur ve sıklıkla hissedilir olduğu günlerden geçiyoruz. Ülkemizin geçmekte olduğu süreç, aklımızı, gönlümüzü, vicdanımızı zorlanmakta… Kafalar karışık, zihinler hep konuşmakta…Senaryolar, planlar, hikayeler, yapılması ve yapılmaması gerekenler, doğrular ve yanlışlar, her yer toz duman, göz gözü görmüyor ve nefes almak zorlaşıyor.

Nasıl geçer bu günler, ne yaparsam daha kolay olur? Ne yaparsak çözüme biraz katkımız olur diye sormadan edemiyor insan. Kimle konuşsam bir fikri var, kimle konuşsam geleceğe dair bir senaryosu ve çoğu olumsuz. Sormuyorum bir süredir ne olur halimiz diye… Gereksiz bir soru gibi artık! Şu anda nasılız, şimdi ne oluyor diye soruyorum, Şu anda ne yapabilirim diye soruyorum, şimdi de!

Kaosdan göz gözü görmüyorsa, zihnim bana oyun oynuyorsa “şimdi önce bir nefes al” diyorum kendime, nefes al ve ver…Yaptığın şeyi yapmaya devam et yapabilmeye devam ettiğin sürece aynı nefes almaya devam edebildiğin gibi, basit ve sakince, ki çoğu zaman hayatta yaşadığım zorluklarda, çevremde yaşam zorlaştığında gözümü bir ağaca, bir çiceğe çevirip ya da o ortamda gözüme en dingin gelen objeye çevirip dengelenmeyi beklediğim gibi…Ve zihnimde sevdiğim bir şarkının mırıltıları…

Aşağıdaki kısa ezop masalındaki gibi;

‘Kırda giden bir adam, bir kaplanla karşılaşır. O kaçar, kaplan kovalar. Yol uçurumun dibinde bitince, adam bir yabani asmanın köküne yapışıp kendini aşağıya sarkıtıverir. Kaplan tepesinde uzanmakta, koklayıp, koklayıp durmaktadır. Adam tir tir titreyerek aşağıya bakar. Orada başka bir kaplanı, onu yemek üzere beklerken görür. Onu tutan tek şey asmadır.

Bir ak biri kara iki sıçan asmayı kemirmeye koyulur usul usul. Adam az ötede iri bir çilek görür. Sarmaşığı tek elle kavrayıp öbür eliyle çileği koparır. Öyle tatlı gelir ki çilek ona!’ Masal Masal Matitas kitabından alınmıştır.

Bazılarınız “aaa adama bak ölecek ama o çilek yiyor bu ne rahatlık”
Bazılarınız diyebilir ki “şansız adammış”
Bazılarını diyebilir ki “iyi bari son yediği tatlı bir çilek olmuş”

Bense derim ki: hayatta her yol kapalıymış gibi göründüğünde, tozdan göz gözü görmediğinde bile, sanki AN sonrası yokmuş gibi ANlarda bile gözünün görebildiği bir güzelliğe odaklan, yoksa hayal et, zihninle onu besle, bedeninin ritminin sakinleşmesine izin ver, cesaretin korkmamak değil korksan bile nefes almaya, yaptığının şeyi yapmaya devam etmek olduğunu fark et.

Bunun adı kaosdaki huzur olsa gerek!

Kaosun içinde bazen bir çilek, bazen bir çiçek, bazen bir bulut, bazen bir çocuğun yüzü, bazen bir taş, bazen bir ağaç UMUT versin barışa dair huzura dair sevgiye dair hepimize…

Heidi’den Geriye Ne Kalır?

Heidi’den Geriye Ne Kalır? 150 150 dolunay

Polyanna, Heidi, Küçük Kadınlar, Oliver Twist, Kibritçi Kız, Pinokyo, Kemalettin Tuğcu kitapları … Ve daha niceleri … Aklıma ilk gelen çocuk romanları. Belki de beni en çok etkileyenler oldukları için ilk bunları yazdım. Tüm bu romanlarda verilmek istenen mesaj; yaşam ne kadar zor olursa olsun, iyimserliğinizi koruyun, sevgiye inanın, dürüstlük ve iyilik hep kazanır.

Polyanna; 10 yaşlarındadır, öksüzdür, huysuz ve mutsuz teyzesinin yanına yaşamaya gider, yaşadığı her olumsuzluk da mutlaka olumlu, mutlu olacak bir yön bulur. İnsanlara da bunu öğretmeye çalışır.

Heidi; 10 yaşlarındadır, o da öksüzdür, o da çocukları sevmeyen dedesinin yanına dağlara gider, dedesi huysuz ve mutsuzdur ama Heidi dedesine ve insanlara hayatı ve kendini sevdirir.

Oliver Twist; Oliver yetimhanede dünyaya gelir. Annesi doğum esnasında ölmüştür. Çocukluğunu yetimhanede geçirir. 11 yaşına geldiğinde cenaze işleriyle uğraşan Bay Sowerbery adındaki adama evlatlık olarak verilir. Oliver orada bazı kişilerden kötü muamele görür ve evden kaçar. Uzun ve acı olaylar dizisinden sonra Oliver’ın zengin ve asil birinin oğlu olduğu ortaya çıkar.

Kibritçi Kız‘ın hikayesini hatırlamamak için yazmayacağım ….

Hele Kemalettin Tuğcu kitaplarına hiç girmeyeceğim…Hatırladıkça fena oluyorum.

Tüm bu hikayelerin sonu çoğunlukla mutlu sonla biter, Polyanna, Heidi, Oliver hikayenin sonunda mutlu olurlar. Çocuk kitaplarının sonları güzel bitmesine güzel biter ama tüm kitap boyunca başlarına o kadar çok iş gelmiş, o kadar üzülmüş ve acı çekmişlerdir ki son paragrafın içine sıkıştırılmış mutlu son pek hafızalarımız da hak ettiği yeri almaz.

Çocuklara uykudan önce okunan masalların da sonu hep iyidir, iyiler hep kazanır ama çocuklar masalların sonunu çoğunlukla dinleyemeden uyurlar, başka sefere sonunu belki duyarlar belki duyamazlar. Ama masal kahramanın başına gelenleri yaşayarak dinler çocuklar. O kahraman o olur!

Mutlu olmayı hak etmek için çok acı çekmeli, bedel ödemeliyiz, başımıza gelmeyen kalmamalı, mutlu olmak için zengin olmalıyız, başarılı olmalıyız, güzel, bakımlı, başarılı olursak, seviliriz ve takdir ediliriz, istediğimiz telefonu alabilirsek kendimizi değerli hissederiz. İyi notlar alırsak ailemiz bizi sever ve kabul eder. Çok küçükken öğreniriz; mutluğumuzu, sevgimizi koşullara bağlamayı. Bize okunan masallarda, izlediğimiz çizgi filmlerde, anne babalarımızın konuşmalarında, sözlerinde öğreniriz koşullu mutluluğu, koşullu sevgiyi… Öğrendiğimizi fark etmeden hipnoz olmuşçasına…

“İstediğim okulu kazanınca her şey süper olacak! Ailem beni çok sevecek ve gurur duyacak.” Kazanırız ama mutluluk bir hedef öteye gitmiştir.

“Çok para kazanmam lazım mutlu olmak için, mezun olunca iyi bir işe gireceğim ve istediğim her şeyi yapacağım”. Acaba bilir miyiz tam olarak ne istediğimizi? Mezun oluruz iyi bir işe gireriz ama yine mutluluk hedef değiştirir, ‘evlenince, çocuğum olunca, ev alınca…’

Koşullar, koşullar, gereklilikler, zaman, bana şöyle davranırsan seni severim, bana tek taş yüzük alırsan beni sevdiğini ve bana değer verdiğini anlarım…

Koşullar, koşullar, mutlu olmaktır aslında istediğimiz.

Belki de küçükken bilinçaltına ekilen negatif tohumlar, senaryolar nedeniyle bu kadar negatif düşünmemiz ve acı beklentimiz, koşullarımız var.

Başımıza olumsuz olayların gelebilme ihtimalini olumlu şeyler gelme ihtimalinden daha çok düşünüyoruz.

Söylenecek çok şey, sorulacak çok soru var…

Tüm koşulları kaldırdığımızda senden geriye kim kalır?

Koşulsuz sevmek, vermek nasıl bir duygudur? Adı nedir?

Koşulların olduğu yerde sözü edilen duygunun adı nedir?

Maddi sıkıntıları olan insanlar mutlu olabilirler mi? Dünya da maddi sıkıntı çeken ve mutlu olan bir insan bile yok mu?

Ana-babalar, insanı, insan beynini, çocukların dünyasını, onları büyütürken nelerin önemli olduğunu hiç bilmeden bu cesareti nereden alır?

Ciddi hastalıkları olan kişiler mutluluğu hangi kaynaktan alır?

Çok kilolu insanlar nasıl beğenilir ve onlar da aşık olurlar mı?

Eğer iyi bir yer kazanamazsam ailem kendine sevecek yeni evlat mı bulur?

Yüzükler, mücevherler, evler arabalar, çocuklar, eşimi bana, beni eşime ne kadar bağlar?

Tüm mücevherlerimi, marka kıyafetlerimi, son model telefonumu, TV’yi, internet’i ve dizileri bıraktığımda benden geriye kim kalır, ne kalır?

HEİDİ’den geriye sizde ne kalır?

Kim Kalır? Geriye ne kalır? Tüm kalıpları çıkardığımızda …..

Soruların size göre cevaplarını paylaşırsanız beni çok mutlu edersiniz…. (beni mutlu etmenin koşulu)

Sevgiyle

Psikolojik Danışman-Cinsel Terapist Dolunay Kadıoğlu
Erickson Koçu
dk@dolunaykadioglu.com
21.09.2011