Hayata Dair

Şekersiz İncir Reçeli

Şekersiz İncir Reçeli 150 150 dolunay

“Şekersiz reçel mi olur?” demeyin, olur olur, yanlış bilgilerle film çekerseniz ve bunu bile bile sırf çok izlensin diye yaparsanız olur ama o reçelin hiç tadı olmaz.
‘İncir Reçeli’ filmini iki gün önce TV’de izleme fırsatı buldum. Daha önce eleştirilerini okumuştum ama izleme fırsatı ve cesareti bulamamıştım.
Eğer HIV/AIDS’le ilgili bilginiz ve fikriniz yoksa çok etkilenebilirsiniz, ağlayabilirsiniz, “Vay be ne güzel film yapmışlar” diyebilirsiniz. Ama ben neredeyse her dakikasında bu kadarı olamaz, neredeyse her cümlede hata var, ne yazık diyerek izledim.
HIV/AIDS’le ilgili çalışmalara üniversitede, bahar şenliklerinde standlar açıp arkadaşlarımı bu konuda bilgilendirerek başladım, yani yaklaşık 15 yıl önce…
O yıllarda bana bu konuda çok şey öğreten Prof.Dr.Serhat Ünal’ı ilk dinlediğimde HIV’ın ülkemiz için çok önemli bir konu olduğunu farkettim.
Genç bir nüfusa sahiptik, çok eş değiştiriyorduk, damar içi madde kullanımı hızla artıyordu, turizm ülkesiydik, göç alıyor-göç veriyorduk ve en acısı da kondom kullanmayı kendimize yakıştıramıyorduk, hamsinin ya da Türk olmamızın bizi virüsden koruyacağını ZANnediyorduk…
Serhat Bey konuşmasını “Artık sizler de birer gönüllü HIV(+) siniz. En az 50 kişiye öğrendiklerinizi aktarın” diye bitirmişti…
HIV/AIDS’le ilgili yurt içinde ve dışında eğitimler aldım, kendimi hem eğitimci hem de danışman olarak bu konuda yetiştirdim, HIV(+) bireylerin eğitimlerinde ve danışmanlık süreçlerinde görev aldım, binlerce gence eğitimler verdim, kitaplarda, dergilerde yazdım ve halen de Hacettepe AIDS Tedavi ve Araştırma Merkezi’nin (HATAM) eğitimcilerindenim. Çünkü hala HIV/AIDS konusunda yapacak çok iş var…
Bunca yıl HIV/AIDS’ le ilgili ön yargıları, ayrımcılığı, dışlamayı, yanlış bilgileri düzeltmeye çalışan biri olarak izledim İncir Reçeli’ni… Başka türlüsü elimden gelmezdi.
Bizim yıllarca ulaşıp bilgi vermeye çalıştığımız kitleye, film 1.5 saat içinde ulaşabiliyordu ve sizin yıllarca emek verdiğiniz konuları yok sayıyordu, yani bir çuval inciri berbat ediyordu…
Film HIV/AIDS’i aşka engel olarak gösteriyordu…
“HIV/AIDS’ in tedavisi yok” diyordu….
“Eğer bu virüsü taşıyorsanız saklanın” diyordu…
“Kesin ölürsünüz” diyordu…
“Aşık mı oldunuz öpüşmeyin, sevişmeyin, kaçın” diyordu… Ve daha neler neler diyordu…
Pozitif Yaşam Derneği’nin filmden sonra basına yaptığı açıklamalardan anladığım kadarıyla, oyuncu ve yönetmen Aytaç Ağırlar HIV/AIDS’le ilgili doğru bilgileri onlardan almasına rağmen bunu senaryoya yansıtmadıysa ve filmde göz göre göre mantık ve bilgi hataları yaptıysa (Kadın karakterin ve babasının hiç tedavi olmadan 25 yıl yaşaması gibi…) bunu iyi niyetle açıklamak bana pek mümkün görünmüyor. T
ürk halkı sever gözyaşını, çaresizliği, kavuşamayan aşıkları, hele bir de konuya ölümcül (!) bir hastalığı da katarsanız tadından yenmez olur.
Filme iyi tarafından baktığımda konuyla ilgili pek bilgisi olmayan bireyler için HIV/AIDS’e dikkat çekiyordu, belki filmi izleyenler bu konuyu araştırmak isteyebilirler ve doğrulara ulaşabilirlerdi. Ama eğer bu filmi izleyen bir HIV(+)iseniz ya da kendinizden şüphe ediyorsanız; saklanma eğiliminizi ve korkularınızı artırmakta etki edecektir. Bu da tedaviden, destekten mahrum kalacağınız anlamına gelir.
Eğer HIV(+) iseniz ya da şüpheleriniz varsa lütfen bu filmin HIV/AIDS ile ilgili verilen bilgileri pek ciddiye almayın.
HIV/AIDS, kronik hastalıklar sınıfındadır. Yani ömür boyu uygun tedaviyi alarak yaşayabilirsiniz. Tedavide kullanılan ilaçlar bir avuç değil en fazla iki tanedir. Ağızınızda açık yara, diş eti kanaması yoksa dilediğiniz kadar öpüşebilirsiniz. Kondom kullanarak cinsel ilişkiye girebilirsiniz. Eğer “Kondom da kullanmayalım, biz yüzde yüz korunmak istiyoruz” diyorsanız karşılıklı mastürbasyon yapılabilirsiniz. Evlenebilirsiniz. Mutlu olabilirsiniz. Eğer HIV taşıyıcıysanız ve tedavi alıyorsanız size ait bilgiler şifreli bir şekilde saklanır, gizlilik ilkesi bu ülkedeki her hasta için olduğu gibi HIV(+)‘ler içinde geçerlidir.
Her dert paylaştıkça azalır, HIV(+) gruplarla haberleşebilirsiniz ve yardım alabilirsiniz.
Bu konuda yazacak çok şey var… Daha detaylı bilgi için HATAM’ın ya da Pozitif Yaşam Derneği’nin web sitelerini ve HIV taşıyıcıysanız kendilerini ziyaret edebilirsiniz…
Bu ülkede bir gün gişe kaygısı olmayan, hem doğru bilgilerin yer aldığı hem de sanat değeri taşıyan filmler yapılacak, inanıyorum…
Sevgiyle…

Psikolojik Danışman-Cinsel Terapist Dolunay Kadıoğlu

İnsan Nereye Saklandı?

İnsan Nereye Saklandı? 150 150 dolunay

Adam önce kaç yıllık karısını sokak ortasında, herkesin gözü önünde silahla vurarak öldürüyor, sonra da kendini… Ve bunu biz 10 yaşlarında gürbüz bir erkek çocuğun ağzından öğreniyoruz televizyon haberlerinden.

Sevgili muhabir arkadaşlar olayı anlatması için görgü tanığı olan bu çocuğu seçmişler… Çocuğun sesi kulaklarımda “Adam kadının kafasına sıktı…” Yüzü gözümün önünde “ sanki çok keyifli bir macera filmi izlemiş gibi, keyifli ve neşeli…”

Sokaklarda öldürülmesi, dövülmesi, aşağılanması normalleşen kadınlarımızın sorunlarını mı, eşine bu kadar insafsızca kıyabilen adamın nasıl bu hala geldiğini mi, bu vahşeti sanki film anlatır gibi anlatan çocuğun ruh sağlığını mı, bu haberi bu kadar sorumsuzca haber yapan gazeteci arkadaşların habercilik anlayışını mı yoksa tüm bunları izleyen ve yaşadığı çaresizlik hissiyle ne yapacağını bilemeyen ben ve benim gibi insanların durumunu mu düşünsek ?

Biz hangi ara insanlığımızı kaybettik diye düşündüm, net bir tarih bulamadım. Bir gün de olmadı, uzun bir sürecin sonucunda oldu. Pek çok Avrupa ülkesinde MEDYA da cinayet, kaza gibi trajik olayların görüntülerinin bu kadar açık açık yayınlanması yasaktır. Haberlerde haber değeri taşıyan şey olaya ait bilgilerdir sadece… Kanlı canlı görüntüleri, çığlık sesleri değil, çünkü bilinir ki bu tür haberlerin görüntülerinin yayınlanması ya da dizilerde bu kadar vahşetin olması çoluk çocuk herkesi olumsuz etkiler. Alt beyin şiddet görüntülerini gördükçe, olayları dinledikçe şiddeti normalleştirir, duyarsızlaşma, yabancılaşma başlar, önce topluma sonra kendine…

Bu ne mi demek? Eğer bizler çocuklarımıza şiddetin, insanlığın bitişi olduğunu öğretmezsek, eğer bizler çocuklara sevgiyi, merhameti, şefkati, paylaşımı öğretmezsek, eğer bizler çocuklarımıza kadın erkek hepimizin eşit olduğunu, Tanrının hepimizi tam ve eşit sevdiğini, Tanrının sevgi demek olduğunu öğretmezsek, pek çok kadın, genç kız, çocuk ölmeye devam edecek ve insan kaybedecek demektir.

Çözüm önerilerimden bazılarına gelince (ruhsal, toplumsal, ekonomik, siyasal pek çok açısı olan bu konuda birkaç temel noktaya değinebileceğim sadece);

  • Habercilik anlayışımızın sorgulanması ve gerçekten “HABER” nedir? Haber kimin için yapılır? Haberleri yaparken istediğimiz sonuç tablosu nedir?” gibi pek çok etik ve ahlaki değerin sorgulanması ve yeni değerlerin oluşturulması çalışmalarının yapılması (Lütfen beni yanlış anlamayın, gazeteci değilim bu tür eğitimleri bilemeyebilirim, psikoloji kökenli ve insan üzerine çalışan biri olarak görüşlerimi paylaşıyorum, ortada gördüğüm büyük bir yanlış var, yazma nedenim budur).
  • Ana haber bültenlerine, bazı sabah ve gündüz programlarına da 7 yaş üstü uyarılarının konması.
  • İnsanların kendi değerlerini sorguladıkları çalışmalar yapılması, İNSAN çalıştayları, değerlerimiz konulu paneller, programlar yapılması, okullarda İNSAN dersinin müfredata yerleşmesi ve sevgi, şefkat, merhamet, adalet, hoşgörü, paylaşım, barış, dostluk, çalışkanlık, güven…vb değerlerin interaktif tekniklerle çocuklarımıza öğretilmesi.
  • Din Kültür ve Ahlak dersleri gibi çocuklarımıza dini ve insani değerlerin anlatıldığı derslerin içeriklerinin gözden geçirilmesi, bu derslerin içeriklerinin oyunlarla çocuklara aktarılması ve korku ve ceza temelli değil sevgi temelli olmaları.

Çok şey mi istiyorum? Aklımdan geçirip de yer yokluğundan yazamadığım istediklerimi duymadınız henüz… Bu güzel ülke için daha çok şey diliyorum ve talep ediyorum.

Çocuklarımıza öğretmenin ilk adımı, önce bunları kendimizin fark etmesi ve uygulamasından geçer bence, biz büyükler birazcık kendimizi sorgulasak mı acaba?

Benim değerlerim ne? Ben kendimi kendime tanıtacak olsam nasıl tanıtırım? Sevgiyi, şefkati, merhameti, neşeyi, yaşadığımı nasıl bilirim? Özde mi yoksa Sözde mi seviyorum? Her şeyin bir karşılığı olmalı mı, karşılıksız vermeyi, koşulsuz sevmeyi, takdir etmeyi biliyor muyum?

Adalet deyince ne anlıyorum? Kime göre neye göre adalet? Bağışlamak deyince neyi anlıyorum? Kendimi bağışlamam gereken konular var mı? Bağışlamanın, insanları hoş görmenin iyileştirici gücünü biliyor muyum?

İNSAN her an değişen, gelişen, büyüyen, mayasında sevgi olan sonsuz bir varlık… Bence bir ülkeyi kalkındırmanın ilk koşulu insana yatırım yapmaktan ve onu maddi, manevi yetiştirmekten geçer. Umarım ki en kısa zamanda, aileler evlatlarına yatırımın sadece okul ve kurs masraflarını karşılamak, üst baş almak, araba almaktan ibaret olmadığını algılarlar…

İNSAN’ ın saklandığı kendi içinden en kısa zamanda çıkması dileğimle…

Sevgiyle…

Kadınlar Güneştir

Kadınlar Güneştir 150 150 dolunay

“Şuna inanmak gerekir ki, dünya üzerinde gördüğünüz her şey kadının eseridir” Mustafa Kemal Atatürk
Bu hafta kadınla ilgili yazmaya devam etmek istedim, bence ülkemizin en acil konusu kadınlarımız, kadınlarımıza yönelik şiddet, cinayet, cinsel sömürü, istismar, mobing. Konu kadın olunca yazmaya nerden başlayacağımı bilemedim ve Atatürk’ün sözü ilk sözüm olsun istedim. Anlayana çok derin anlamları olan bir söz.
Kadınlarımız; pek çok şaire, ressama, yazara, ilham kaynağı olmuş, yaşama yaşam katmış kadınlarımız, çelik gibi yürekleriyle bu ülkenin kurtuluş ve diriliş mücadelesinde her safhada yer almış kadınlarımız, ülke nüfusu için, gelenek için, anne olmak için, doğumda canlarından olan kadınlarımız…
Kadınlar dünya çapında toplam iş gücü içinde yükün üçte ikisini üstlenirler.
Dünyanın toplam gıdasının yüzde ellisini üretirler.
Ancak dünya gelirinden onda bir oranında pay alıp dünyada ki tüm mal varlığının yalnızca yüzde birine sahip olabilirler.
‘En iyi meslek ev kadınlığıdır öğütleriyle yığınla işi yüklenen kadınların bulaşık, temizlik, ütü, yemek, çamaşır, evi toplamak, çocukları giydirmek, derslerinde yardımcı olmak, gibi bir dizi ev uğraşının sonrasında koşturdukları iş yerlerinde karşı cinsiyete oranla, daha düşük ücret almalarının evrensel bir eşitsizliktir’ Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)1992
Bu nasıl bir haksızlıktır çocukluğumdan beri kafa yoruyorum, “Biz kadınlar hakettiğimiz değeri görmemiz için nelerin değişmesi lazım, düşünce ve bilincimizde neleri farketmeliyiz, kimlerin neler yapması lazım?” diye… Nasıl insan oluruz!
Dünya da ve özellikle bizim ülkemizde kadınlarla ilgili yasalar var ama bu yasalar hükümetler tarafından konmuş ve devletin güvencesinde olan yasalar değil zaten onların pek hükmü de yok, takanda yok, bahsettiğim geleneksel yasalar yani örf, adet, töre…
Geleneksel yasalar (sözlü bildirişim yoluyla kanaatlerin, öğretilerin, uygulamaların, töre ve adetlerin kuşaktan kuşağa geçmesi) yazılmamış bir yasanın yerini tutan çok uzun zamanlardan beri yerleşmiş, alışkanlık ya da ikinci bir doğa haline gelmiş adet veya uygulama demektir. Örf ve adet; toplumsal ilişkileri düzenleyen yasalaşmamış kuralları dile getiriyor.
‘TÖRELER HER ŞEYİ DOĞRU VE HAKLI KILAR’ Acaba! Başka doğrular var mıdır ? İnsana yakışan hangisidir?
Sözcüğün kökeninde teslim olmak, hukuktan vazgeçmek, kendini bırakmak, kuşaktan kuşağa aktarmak, birinin kendini bir şeye adaması gibi anlam yükleri vardır.
Kanun yapanlarda, uygulayanlarda, yaşayanda, tanık olanda, bu törede yetişince işler biraz karışıyor ve can sıkıyor kanımca…
Akıl diyor ki insana yakışmayan çok şey var burada. Bunun bir çıkısı olsa gerek… Birde geleneksel olmayan olsa gerek; geleneksel olmayan; ön yargıları aydınlatıp onlardan kurtulmayı, sorgulayıp yeniden değerlendirmeyi, bağımlılıktan bağımsızlığa; edilgenlikten etkinliğe; boyun eğmişlikten özgürlüğe; teslim olmuş bir kimliksizlikten bağımsız kişiliğe ve özgür bireylere geçişi simgeler. İşte bu benim tanımımdaki insana yakın bir tanım, yol belli aslında, yaşadığımız olaylarda hep sormalıyız; bu davranışlar insana yakıştı mı? İçinde gerçek sevgi var mı? Barışçıl mı? Ben olmama izin veriyor mu? Kapsayıcı mı? Herkesin hayrına mı? Yani sorular sormalıyız, kendi özümüze ya da dışarıya sorular sormak, sorular. Sorulmuş bir sorunun cevabı mutlaka gelir ve yine sorular sormak, ben kimim, neleri hakediyorum, neden bana böyle davranıyorlar, her şeyin bir çözümü varsa mutlaka bununda vardır peki o çözümü görmek için neler yapmalıyım, kendimi nasıl tanırım, sevgi nedir, sevgi döver mi, sevgi neler yapar?
Ve en önemli olan nedir biliyor musunuz? Biz kadınlar önce kendi değerimizin farkına varmalıyız, kendimizi sevmeli, önemsemeliyiz, bu ülke için dünya için ne kadar vazgeçilmez olduğumuzu ve değerli olduğumuzu farketmeliyiz. Çünkü öyleyiz!
‘Şuna inanmak gerekir ki, dünya üzerinde gördüğünüz her şey kadının eseridir.’ Mustafa Kemal Atatürk
İlk sözümde son sözüm de, hepimize…
Psikolojik Danışman-Cinsel Terapist Dolunay Kadıoğlu
Erickson Koçu
dk@dolunaykadioglu.com

Son mu?

Son mu? 150 150 dolunay

Son yıllarda filmlerin sonuna “Son” yazmıyorlar. Türk filmlerinde eskiden SON yazardı, yabancı filmlerde ise “THE END”… Ne zaman son verdiler buna hatırlamıyorum, bıçakla kesilir gibi kesildi bu son yazısı. Ne oldu da yazmadılar? Özellikle filmin sonunda kavuşan sevgililer varsa “mutlu son”du bu hepimiz için… Evlenen insanlarla ilgili de “Mutlu sona kavuştular” deriz.
İşte size bazı SON yanılsamaları;
Ne garip, evlendiğimizde her şeyin çok güzel olacağını, ömür boyu mutlu yaşayacağımızı, yalnızlığımızın sonu zannederiz…
Örneğin, bir çift flört evresini geçirip evlendiğinde mutluluğu en üst seviyedir, zirve duygular hisseder ve “mutlu sonu” yaşar. Ömür boyu süreceği zannedilir. Evlilik yeni bir başlangıçtır ve evliliklerin evreleri vardır.” Flört evresi, ilk iki yıl, çocuk olduktan sonraki evre” diye böyle devam eder. Evliliğin ilk iki yılı çoğunlukla zordur, bu nedenledir ki ülkemizde evliliklerin ilk yıllarında boşanma oranları daha çoktur. Her bir birey kendi değerlerini ve doğrularını tek doğru zanneder ve kıyametler kopar… Bununla birlikte ortak değerler oluşturabilen, sevgilerini her geçen gün artırıp çoğaltabilen, fırtınaları birbirlerine sarılarak atlatan, birlikte BİZ olabilen çiftler için evlilik, her gün yeni bir başlangıçtır!
Çok para kazandığımızda, her şeyi satın alabileceğimizi, imkansızın sonu ZANnederiz,
İnsanı gerçek insan yapan pek çok “değer” var. Sevgi, neşe, farkındalık, sağlık, paylaşım, denge, hizmet etmek, adalet, şefkat, merhamet ve daha pek çok değer! “Para” da önemli bir değer dünyada… “Dünya pulu” diye okumuştum bir yerde. Yokluğu biraz zor! Varlığında da dengeyle kullanıldığında insana yakışır oluyor. Parayla her şeyi satın alabileceğine inanmaksa, ne büyük bir yanılgı, ne egosal bir ZAN! Çok şükür ki parayla satın alınamayacak insanlar ve değerler var! Kardeşlik, sevgi, huzur, neşe, coşku, zeka, sağlık… Doğru ifade etmek isterim; para iyidir ve çok önemlidir, para insana yakışır şekilde kullandığında bir değer ifadesidir!
Sevgilimiz terk ettiğinde, hayatın sonu ZANnederiz,
İlişkiler biter, sevdiğimiz kişi şu ya da bu nedenden dolayı bizi terk ettiğinde, yaşayamayacağımızı, dünyanın sonunun geldiği zannederiz.
Nefes almak zorlaşır, yemek yemek ve uyumak neredeyse imkansızlaşır, mekanlar dar gelir. Buraya kadar aşk tanımına çok benziyor değil mi? Zihinsel konsantrasyon düşer, suçlamalar, keşkeler, yalvarmalar… Kişi bir olayı, SON’u yaşarken o an mantığı devre dışı kalır, bütünü göremez, bencilleşir, çocuklaşır.
Oysaki her acıdan, her olaydan, her sondan öğrenecek ne çok şey var, alınacak ne çok ders…
Yaşadığımız, o anda olumsuz gördüğümüz her olay aslında hazine gibidir. Zaman geçer… Hazineyi fark edebilenler “Bu deneyim bana ne kattı, neleri farkettim kendimle ilgili, ilişkilerle ilgili hangi deneyimlere sahip oldum?” diye sorarlar ve kazanımlarıyla yola devam ederler.
Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde dünyanın sonu ZANnederiz
Bazen de acı kayıplarımız olur, sevdiğimiz insanları zamanlı ya da zamansız kayıp ederiz, yolcu ederiz ve yuvaya geri göndeririz. Kaybettiğimiz kişi için dünyanın sonu, sonsuzluğun başıdır belki de ama bizim için dünyanın sonu zannederiz! Geri gelmeyeceğini bilmek, çaresizlik hissi, özlemek ve bilinmeyen bizi zorlar ama yine de nefes almaya, yemek yemeye, uyumaya, çalışmaya devam ederiz.
Zaman ilerledikçe ise geriye sadece özlem kalır. Ve aslında kaybettiğimiz sadece o kişinin bedenidir, ona dair hislerimiz, ondan kazandığımız şeyler, düşünceleri, şakaları, sesi, yüzü, sözleri, fikirleri ve daha niceleri hep bizimledir! Bedenler ölür ama ya diğerleri? ASIRLARca devam eder.
Şimdi kocaman bir teşekkür giden dostlara, büyüklere, düşünen insanlarına, eylem adamlarına, annelere, babalara, kardeşlere, eşlere, giden herkese… Bizi biz yapan herkese yürekten bir takdir, sonsuzluğa gönderdiğimiz bizi biz yapan herkese!
“Son dediğimiz şeyler, sadece birer başlangıçtır” demiş Emerson. Ne güzel demiş, görebilene ne büyük dersler vardır her sonda ve ne güzel deneyim fırsatları vardır yeni başlangıçlarda, 2012 umudun ve neşenin, bolluğun ve bereketin yılı olsun. Hepimize iyi yıllar.
Umut ve sevgiyle

Psikolojik Danışman-Cinsel Terapist Dolunay Kadıoğlu
Erickson Koçu
dk@dolunaykadioglu.com
11.01.2012