Hayata Dair

Külkedisi

Külkedisi 150 150 dolunay

“….ve külkedisi kaçarken, pabucu ayağından fırladı. Ertesi gün Prens ayağı bu pabuca sığacak genç kız aramaya koyuldu. Ülkenin tüm kızları, Prens tarafından beğenilmek için ayaklarını daha ufak hale nasıl getirebileceklerinin çabasına giriştiler.

İşte o gün bugündür kadınlar, ayaklarını, erkekler tarafından belirlenmiş kalıplara sıkıştırmaya çalışır, böyle yaparak erkeğin ‘Prensesi’ olacağını düşler dururlar. Zaman geçtikçe topallamasının, ayaklarının sızlamasının, kendini depresif hissetmesinin sebeplerini sürekli kendi eksiklerinde arayarak… Pabuç’un kendisine ne denli uygun olup olmadığını hiç sorgulamadan….

Erkeklerse ellerindeki ‘ayakkabıya’ (veya düşlerindeki kadını) ‘ayağını’ (kendini) sıkıştıracak kadını arar; ‘ayağı sıkışmış bir kadının ne denli gerçek, ne kadar huzurlu, mutlu olup, mutlu edebileceğini bile düşünmeden ….

Ve birlikte yalınayak yaşayabilmenin özgür keyfinden habersizce…”

Leyla Navaro’nun İki Boy Ufak Pabuç kitabından;

Ne zaman okusam çok etkilenirim Leyla Navaro’nun kitabının bu bölümünden…özellikle de ‘ve birlikte yalınayak yaşayabilmenin özgür keyfinden habersizce’ cümlesi insana bir kitap bile yazdırır kanımca…

Masalları çoğu zaman sevsem de bilinçaltımıza ektiği bu cinsiyet ayrımcılığı yapan kalıplarla ilgili sorguluyorum bazen. Toplum düzenini ve kurallarını yerleştirmek için en iyi yol masallar, fıkralar, maniler, hikayeler,…Şimdilerde bu gruba, diziler, filmler, hipnoz makineleri (televizyon, cep telefonaları…) eklendi.

Kadın ve erkekle ilgili bir ton hikaye… Ve çoğunlukla erkeğin kadından üstün olduğu, yöneten olduğu, söz sahibi olduğuyla ilgili… Kadının beğenilmesi gereken (seçilen), erkeğin beğenen yani seçen olduğu… İçgüdüsel mi yoksa bilinçaltına ekilen tohumlardan mıdır bilmem kız çocukları hep prenslerini bekler. Çoğunlukla da prensin ‘P’si bile olmayan erkekleri yıllardır bekledikleri prens zannederek…. Külkesi masalında gece 24.00’de bal kabağına dönen araba misali, evlendikten kısa bir süre sonra prens zannedilen adam “kabağa” döner. Tabii ki aynı şey erkekler için de geçerli olur. Erkeklerin kadınlar kadar evlenmeye dair hayalleri, beklentileri olmasa da onlar da bu durumdan oldukça mutsuz olurlar.

Kadınların beynine kazınmış bir emirdir “Evlenmek”! ‘Evlenemesem de olur’ diyen gerçekten çok az.

“Herkes evleniyor bende evlenmek istiyorum”
“Evlenip çocuk sahibi olmak istiyorum”
“Bir evleneyim de üzerimden bu stres gitsin olmazsa boşanırım”
“O beni çok mutlu edecek biliyorum o doğru insan”
“O benim ruh eşim biliyorum”
“Evleneyimde ben onu değiştiririm”
“Beni seviyor değişmesini isteyeceğim”
“Ailelerimiz hiç anlaşamıyor ama ne önemi var ki!”
“Tabii ki evlendikten sonra benim kurallarıma uyacak”

***

Size tanıdık geldi mi bilmem ama benim çok duyduğum cümleler. Çok yazdım, çok söyledim belki ama yine yazacağım ve belki de bin kez daha söyleyeceğim:

* Değişim her zaman vardır ancak kimsi kimseyi değiştiremez.

* Kişi isterse kendisi kendi isteğiyle her konuda değişebilir.

* Evlenmek sadece gelinlik-damatlık giymek, güzel güzel fotograflar çektirip sosyal medyada paylaşmak değildir. (Kavga ettiği anların fotograflarını facebook’a koyan tek bir çift bile görmedim).

* Sürmezse boşanırım diye evlenilmez , tabi ki boşanmalar olabilir ama bunu baştan çözüm olarak görmek ve sanki boşanmak çok kolaymış gibi bir yanılgıya düşmek pek doğru gelmiyor bana.

* Evlilik dünyanın en zor müessesidir, İyi bir evlilik hayatınızı cennete, kötü bir evlilik hayatınızı cehenneme çevirir!

* Evlilikte kuralları iki taraf birlikte hazırlamalıdır, her evliliğin kendi anayasası vardır, çoğu çif bu anayasayı farkında olmadan yıllrın içinde öğrenir ve uygular. Bu anayasaların çoğu adil, eşitlikçi, sevgiye önem veren, insan önem veren yasaları içermez!

Evlilikleri uzun yıllar sağlıklı yürüten şey karşılıklı hoşgörü, sevgi, mizah, kabul, aşk ve tutku ve daha pek çok iyi ve kötü deneyim.

Evlilikleri kısa sürede boşanmaya götüren ise yukarıda yazdığım “evlenince ben onu….”ile başlayan pek çok gerçek dışı beklenti!

Külkedileri ve P’ler, aslında hepimiz mutlu olmak istiyoruz, hepimiz huzur, neşe, keyif istiyoruz.

O zaman gelin birlikte sevgimizi özgürce, saygıyla yaşayabileceğimiz, birbirimize ‘kendimiz’ olabilme alanlarını açtığımız, çıplak ayakla yürümenin rahatlığını yaşadığımız evlilikler yaratalım! ‘Biz’i bir de böyle deneyimleyelim…

Öfke denen ateş

Öfke denen ateş 150 150 dolunay

Öfke, istemediğimiz sonuçlar karşısında verilen son derece doğal ve insani bir tepkidir. İnsanlar istediğimiz şeyleri yapmadığında ya da istediğimiz şeyler istediğimiz zamanda olmadığında, iş yerinde haksızlığa uğradığımızda, haketmediğimize inandığımız davranışlarla karşılaştığımızda, çocuklarımız sözümüzü dinlemediğinde, trafikte, maçta, sokakta, TV izlerken özellikle haberlerde, güçlü öfke hissedebiliriz.

Bilindiğinin tersine öfkemizi ifade etmememiz, içimize atmamız ya da uygun olmayan şekilde dışarı çıkarmamız yani saldırgan ve sözlü ve davranışsal şiddete başvurmak daha büyük sorunlara yol açar. İnsan öfkelenebilen bir varlık, bunu uygun şekilde gerçek adresine iletmek önemli.

Öfke uygun ifade edildiğinde sağlıklı bir duygudur. Aristo’nun dediği gibi; “herhangi bir kimse öfkelenebilir. Bu kolaydır.

Ne var ki;
Doğru İnsana
Doğru Derecede
Doğru Zamanda
Doğru Maksatla ve
Doğru Biçimde Öfkelenmek
İşte Bu Zordur…. ”

Öfke, kontrolden çıkıp yıkıcı hale dönüştüğünde kişinin yaşamında son derece önemli sorunlara yol açabilmektedir. Öfkenin sağlıklı ve işe yarar olabilmesi için bastırılmaması, tanınması, kabul edilmesi ve kontrollü bir biçimde ifade edilebilmesi gerekmektedir. Öfke bir problem çözme aracı, intikam yolu, suçlama biçimi veya başkalarını kontrol etme yolu değildir. Aşağıdaki durumlarda kaç evetiniz var bakın bakalım!

* Öfke anlarında kontrolü kaybettiğiniz olur mu?

* Öfkeli anında verdiğiniz tepkilerden dolayı öfke geçtikten sonra pişmanlık duyar mısınız?

* Öfke ve sinir halindeyken birilerine karşı fiziksel saldırıda bulunuyor musunuz?

* Öfke anında eşyalara zarar verme (fırlatma, kırma, parçalama…gibi) eğiliminiz var mı?

* Öfke anında kendinize fiziksel zarar verme eğiliminiz var mı?

* Öfkelendiğinizde verdiğiniz tepki ilişkilerinize veya iş hayatınıza zarar verir mi?

* Öfkelendiğiniz zaman işlerinize konsantrasyonunuzda sorun yaşar mısınız?

* Öfkenizi kontrol etmek için ilaç, alkol ya da madde kullanıyor musunuz?

* Öfkeniz sonucunda tutuklandığınız veya yasal zorluklarla karşılaştığınız oldu mu? 

Bir evetiniz bile varsa “Öfke kontrolü”yle ilgili çalışmaya başlamalısınız. Peki öfke kontrolü nasıl sağlanır?

* Öfke anında bedeninizde meydana gelecek değişimlerin bilincinde olun (kan basıncında artma, nefessiz kalma hissi, kalpte sıkışma, tansiyonda oynama, titreme, gözlerinizden alev çıkma….gibi).

* Kendi kendinize “sakin ol, gevşe, rahatla” deyin ve eğer mümkünse nefes alabileceğiniz temiz havaya çıkın. Diyaframdan derin nefes almayı deneyin. Nefes alıp verdiğinizde göğsünüz değil mideniz şişmelidir. Bir süre sonra kaslarınız rahatlamaya başlar.

*Öfkenizi ve sonuçlarını kontrol edebilmeniz için düşüncelerinizi farketmeyi ve kontrol etmeyi öğrenin. Öfke sürecinden önce aklımdan hangi düşünceler geçiyordu? Düşünce kalıplarınızı farkedin, başkalarını etiketleyip etiketlemediğiniz, suçlayıp suçlamadığını, olaylar ve kişilerle ilgili gerçekdışı fikirlerinizin (ailem bana değil kardeşime daha çok değer veriyor, onun her istediği yapılıyor benim yapılmıyor, beni hiçbir konuda desteklemiyorlar hep onu destekliyorlar…gibi) farkında olun.

* Suçlamalarınızı farkedin; yaşadığınız olaylarda başka insanları ne kadar sorumlu tutuyorsunuz ne kadar suçluyorsunuz? Yani yaşadığınız olayların sorumluluğunu alabiliyor musunuz yoksa topu taca mı atıyorsunuz? (Onun yüzünden terfi alamadım, senin yüzünden istediğim yeri kazanamadım….)

* Farkettiğiniz tüm çarpık düşüncelerinizi doğrularıyla yer değiştirme pratikleri yapın. (Aslında ailem benim istediklerime saygı duyuyor galiba kendi isteklerimi onlara daha net ve kararlı söylemeliyim.)

* Resmin bir parçasını değil hepsini görmeye çalışın, olaylarla ilgili bakış açınızı değiştirmeyi deneyin.

* Öfkenizi göstermenin uygun yollarını arayın. İletişim becerilerinizi ve kendinize güveninizi arttırmayı deneyin. Yani öfkenizi biriktirmeden uygun dille karşınızdakine ifade edin. Öfkenin, duygu ve düşüncenin adres değiştirmesine izin vermeyin. Önce sakinleşin, duygu ve düşüncelerinizi farkedin ve kontrol altına alın sonra konuşun.

* Öfke kontrolünde bedensel egzersizler yapmak, nefes çalışmaları, olaylar farklı bakış açılarından bakmayı öğrenmek, insanlarla ilgili beklentinizi azaltmak, olaylara ve yorumlara birazcık mizah tozu atmak, iletişim becerimizi iyileştirmek işe yarayacaktır.

* Günlerinizin sakin, öfkenizin ve nefs’inizin terbiyeli geçmesi dileğimle…

Şimdi okullu olduk!

Şimdi okullu olduk! 150 150 dolunay

Eğitim sistemindeki değişiklik kapsamında 60-66 aylarını doldurmuş çocukların 72 aylıklarla beraber ilkokula başlamaları pek çok veliyi haklı olarak tedirgin etti. 66 aya kadar olan çocukların okula başlama kararlarını velilerine bırakan Milli Eğitim Bakanlığı, 66 ayı ve sonrasını zorunlu kıldı. Velilerin bir kısmı çocuklarına rapor almaya çalışırken böyle bir şansı ya da düşüncesi olmayanlar kaderlerine razı geldiler. 66 ayla 72 ay arasında sadece bir kaç ay var diyen Milli Eğitim Bakanlığı söz konusu yaş grubunda bir ayın bile çok önemli olduğunun tam farkında değil anladığım kadarıyla!

Uzmanların görüşlerinin hiçe sayılarak başlanan yeni uygulamanın sonuçlarını hep beraber yaşayıp göreceğiz ve ne yazık ki erken yaşta eğitim sistemine dahil olmanın sonuçlarında ortaya çıkabilecek travmaları da yine hep beraber deneyimleyeceğiz.

Hep beraber diyorum çünkü konu o kadar çok kesimi ilgilendiriyor ki;

– Çocuğunun zarar görmesinden endişelenen velileri, akrabaları,

– 60-66-72 aylık tüm çocukları,

– Bu grupdan sorumlu olacak tüm öğretmenleri,

– Okul yöneticilerini,

– Okul servilerini,

– Sağlık sisiteminde çalışanları özellikle bugünlerde ‘çocuklar zihinsel olarak okula hazır değildir ‘ raporu vermekten başka iş yapamayan çocuk psikiyatırlarını,

– Bu çocukların yaşayacakları travmaları tedavi etmeye çalışacak uzmanları,

– MEDYA mensuplarını,

– Bu konuyu merakla ve kaygıyla izleyen seyircileri…..

– ….

Hımmm bakalım neler göreceğiz!…

60-66 ay arası çocuklar yani beş – beş buçuk yaş arası çocukların zihinsel, fiziksel, psiko-sosyal gelişimleri okul eğitimine katılmaya ve belirli bir disipline ve kurallara uymaya uygun değildir.

5 yaşındaki çocuklarda el-göz koordinasyonu, motor becerileri, soyutu-somutu ayırt edebilme, neden sonuç ilişkisi kurabilme tam gelişmemiştir, gelişmeye devam etmektedir. Ayrıca uzun süre dikkatlerini toplamakta zorlanırlar. Çabuk sıkılabilirler. Dikkatin, ilginin hep kendilerinde olmasını isteyebilirler. Çoğunlukla hareketli ve sabırsızdırlar.

Dürtü kontrolleri tam gelişmediğinden, sınıf kurallarına uyum sağlamakta, dersi takip etmekte, ders boyunca oturmakta, tepkilerini ayarlamakta ve hatta bazen idrar refleksini kontrol etmekte zorlanabilirler.

Okula yeni başlayan tüm çocuklarda olduğu gibi “ayrılık, terkedilmişlik” duygusu bu yaş grubunda daha çok olacaktır. Okula uyumda sorun yaşayabilecekleri gibi okuldan çok çabuk sıkılabilir, derslerden soğuyabilirler.

5 yaş ile 6 yaşın aynı sınıflarda eğitime alınacağı düşünüldüğünde iki yaş birbirine çok yakın gibi görünse de, zihinsel gelişim evreleri düşünüldüğünde arada çok fark vardır. Yaş grupları arasında öğrenmede, algılamada, duyumsamada ve hissetmede ciddi farklılıklar olacaktır.

Öğretmenler 5 yaş çocukların zihinsel, fiziksel, psiko-sosyal gelişim evreleriyle ilgili bilgi ve beceride yetersiz olabileceklerinden, normal gelişim aşamalarındaki çocuklarda bile “öğrenme güçlüğü”, “dikkat eksikliği”, “davranış bozukluğu” gibi yanlış tanımlamalara neden olabilirler bu da çocuklarda ve velilerde strese ve bazen de travmalara neden olabilir. “Benim çocuğum neden hala okuma-yazmayı sökmedi?” sorusu bu yılın en çok sorulacak sorusu olacak diye tahmin ediyorum. Cevabı şimdiden verelim: “Birazcık erken başladı okula ama üzülmeyin bir kaç ay erkenden bir şey olmaz, birazcık kendine güveninde sorun olabilir kendini başarısız hissedebilir ama geçer üzülmeyin!!!!’

Erken yaşta yaşananan başarısızlıkla ilgili olumsuz kayıtların, bireyin öz güvenini olumsuz yönde etkilediği tartışılamaz bir gerçektir. Bu durum çocuklarda tamiri zor hasarlar bırakabilir. Yani geçmesi biraz zaman alır. Amacım hiçbir veliyi korkutmak ve tedirgin etmek değil, lütfen yanlış anlaşılmasın, bunca yıldır bireylerle çalışan bir psikolojik danışman olarak başarısızlık kayıtlarının altından sıklıkla ilkokul anıları çıkar da ondan… Zamanında okula giden çocukların anıları bile olumsuzken, daha küçüklerin bilinçaltı kayıtlarını ise nedense hiç merak etmiyorum!

Tüm bunlara ek olarak çoğu okulun fiziksel koşulları (sınıf kapasiteleri, lavabo-tuvalet ,kantin…) bu yaş grubuna uygun olmayabilir. Çünkü uygulama kararı çok yeni, okulların ne fiziksel koşulları ne de eğitimci kadroları bu yeni sisteme pek uygun görünmüyor. Ne yazık ki ülkemizde alt yapı sorunu her konuda kendini gösteriyor … En acısı eğitimdeki alt yapı eksikliğin sonuçları olsa gerek! Duruma burdan bakıldığında velilerin tedirgin olması için tonlarca neden var. Okul yönetimini, öğretmeni, öğrenciyi, velileri, zorlu bir dönem bekliyor diye düşünüyorum. Hayırlısı diyelim artık!

Peki bu durumu kolaylaştırmak için neler yapılabilir? Biraz da olumlu ve yapıcı konuşalım değil mi?

Öncelikle; eğer çocuğunuzu 72 aydan önce okula gönderdiyseniz daha dikkatli ve özenli veliler olmanızı tavsiye ederim.

– Çocuğununuz okul süreciyle ilgili A’dan Z’ye her konuyla ilgilenin.

– Çocuğunuza okul servisinde uyulacak kuralları anlatın.

– Kendisini büyük çocuklara karşı nasıl koruyacağını korkutmadan anlatın.

– Hoşuna gitmeyen davranışlara (şiddet, taciz, ..gibi ) ‘Hayır’ demeyi öğretin!

– Kendi kendine giyinebilme, kendi başına yemek yiyebilme becerisini kazandığından emin olun.

– Tuvalette uyulacak hijyen kurallarını onun anlayacağı dille anlatın.

– Paraları tanıtın, yeteri kadar harçlık verin, kantin ihtiyaçlarını birlikte ve gerçekçi saptayın,.

– Çantasına yedek çamaşır koyun.

-Bir sorun yaşadığında öğretmeniyle paylaşması gerektiğini anlatın.

– Okul dönüşlerinde çocuğunuzu rahat rahat dinleyecek kadar zaman ayırın.

– Şikayetlerini, memnuniyetlerini gerçekçi ve ciddi bir kulakla dinleyin.

– Öğretmeniyle iletişim halinde olun. Evde ders çalıştırmanız gerebilir, nasıl çalıştıracağınızı öğretmeninden ve eğitimcilerden öğrenebilirsiniz.

– Okula gitmek istemezse, adaptasyon sorunu ya da daha farklı sorunlar yaşarsa bir kaç hafta içinde uyumlanmasını bekleyin. Süre uzarsa mutlaka bir uzmana başvurun.

Yeni eğitim dönemi herkese hayırlı olsun diyorum da … Umarım olur diyorum ne yalan söyleyeyim!

 

Deniz bilgesi

Deniz bilgesi 150 150 dolunay

Tatil için yeni yerlere gittiğinizde yeni yerlerle birlikte yeni insanlar tanıma şansınız oluyor. Bugün dünya tatlısı kendisi “koca bir dünya” olan bir insanla tanıştım, İzmir Karaburun’da… Erol Serçe, Serçe Erol, benim için Erol amca… 76 yaşında, balıkçı ama lafta değil özde balıkçı, has balıkçı, hayatı denizlerde geçmiş, ülkenin tüm denizlerini, balıklarını bilen, dünyada balıkçılık nasıl yapılıyor, bizim ülkemizde nasıl yapılıyor, sorgulayan, çözüm önerilerini her an üretebilen, Türkiye’de “Denizcilik Bakanlığı” şart diyen, doğaya, insana aşık, sevgi dolu, neşeli, mütevazi, alçakgönüllü, gönlü bol, gözü tok mu tok, hani parayla satın alınamayacak insanlar vardır ya onlardan, deneyimlerini paylaşmayı seven bir insan Erol amca.

O konuşuyor biz dinliyoruz daha çok anlatsın istiyoruz hayatını, deneyimlerini, hayata dair farkettiklerini… Erol amca gibi Ulu Çınarlar çok kolay karşınıza çıkmıyor. Çünkü o kadar sıradan o kadar kendilerini silip yaşıyorlar ki “ben burdayım” demiyorlar. Şanslıysanız bir gün gittiğiniz bir otelde, lokantada karşınıza çıkıyorlar, hayatınıza derinden dokunup, İnsan’a dair umudunuzu besliyorlar. Biliyorum ki ülkemde çokkkk Erol amca var! Ve bu ülke onlara çok şey borçlu! Ve bu ülke bu insan gibi İnsan’lar sayesinde ayakta kalıyor…

Zor bir hayatı olmuş Erol amcanın, 1936 doğumlu, Türkiye’nin farklı yerlerinde yaşamış ve hemen hemen her yeri gezmiş özellikle denizle bağlantılı heryeri… Gençlik yıllarının bir kısmı İstanbul’da geçmiş, şimdiki İstanbul’u hiç ama hiç beğenmiyor… “Kabadayılık, delikanlılıktı eski İstanbul’da, şimdi öyle değil artık bozuldu” diyor. Tüm ailesini kaybetmiş, mal varlıkları yerindeyken sıfırı tüketmiş ailesi, Erol amcaya bir şey kalmamış ve hiç evlenmemiş… Yaşadığı olaylar çoğu insanın başından geçen olaylara çok benziyor, mal-mülk kavgaları, akraba sorunları, kuyu kazmalar ve entrikalar… Çok tanıdık ama onu farklı yapan yaşadığı olaylarla ilgili olaylara bakış açısı!

İşte burada Erol amcanın farkı ortaya çıkıyor ve ardı ardına bilgece sözlerini dökmeye başlıyor:

“Acılarımı yanımda taşımam ben diyor, benim yaşadıklarımı başka biri yaşasaydı dayanamazdı herhalde…” O konuştukça içimden diyorum ki, karşımda bir bilge var, yaşamış ve öğrenmiş şimdide paylaşıyor ve öğretiyor…

Tüm denizleri gezmiş, balıklarla ilgili bilgiler veriyor, hangi balık nerede olur, yumurta bırakmaya nereye hangi mevsimde gider, hangi balık ne zaman tutulur… bilmediğim pek çok balık ismi geçiyor, O konuştukça bir kez daha farkediyoruz ki; balık bilgimiz de, üç tarafı denizlerle çevrili bu ülkede denize dair bilgimiz de yetersiz.

O konuşurken aklımdan o an farkettiğim şeyler geçiyor; Bir konudan bahsederken “derya deniz” deriz ya… Yani ucu bucağı yok, sonsuz…

”Deniz” böyle bir konu aslında… Ucu bucağı olmayan , kenarında yaşayan insanları bile korkutmuş ürkütmüş, sonsuzluk hissi uyandırmış! Ancak denize aşık insanlar onu tanımaya, onda maceralar yaşamaya denizde ömürlerini geçirmeye cesaret etmişler… Ona aşık ona sevdalı insanlar…

Erol amca gibiler… Eski denizciler, denize saygılı, denize sevdalı ve deniz bilgesi insanlar…

Erol amca anlatıyor biz huşu içinde dinliyoruz onu; “45’lerde İzmir’e geldim, 85 yılında Karaburun’a, balıkçılık yaptım,… 96’da Ata’yı buldum, kaldım burada. Ata’yı anlatıyor uzun uzun…(Ata’nın Yeri: Karaburun’da bir pansiyon ve Ata da işletmecisi. Ata’ya ve ailesine olan sevgisi gözlerinden belli ve çok kıymetli onun için) Ata’lar benim ailem oldu. Benim kimsem yok ama sizler varsınız, çok geniş bir ailem var.”

Kışın okullarda öğrencilere gönüllü olarak balıkçılık eğitimleri veriyormuş. Olta nasıl tutulur, balıkçılıkta nelere dikkat etmek gerekir…Yeni nesile bilgisini aktarmak istiyor bu Koca Çınar deniz bilgesi. Belinde disk kayması olmuş ve gözünde de görmeyle ilgili sorunu var ama çok az konuşuyor bu konudan… Şikayeti kendi bedeniyle ilgili değil Erol amcanın… Şikayeti, trol balıkçığı yapan denizin dibini kazan ve balıkların yaşama alanlarını bozan, denizden çok kendilerini düşünen balıkçılarla ilgili… Bunlar geldi buraya, balık neredeyse bitti burada…

Şikayet ediyor etmesine ama hemen çözümler üretiyor ülkenin denizcilik politikalarıyla ilgili, balık çiftlikleriyle ilgili, sorundan çok çözüme odaklı konuşuyor… Hayatın içinde öğrenmiş tüm bunları, çözüme odaklılık/kişisel gelişim/takım olma… gibi eğitimleri almamış yani… yaşamın içinde öğrenmiş O!

“Ben 1 TL’yle de günümü geçirebilirim 1 triyonla da, ikisini de yapmayı bilirim, ikisiyle de mutlu olmayı da… Stresi, nefreti, kini aklıma getirecek olsam yaşayamam, beynimle gönlüm arasında değerlendiririm ve içime almam” diyor ve bilgece bir söz ediveriyor bu bilge çınar;

“ Zenginlik dediğin gönül zenginliğindir,
en büyük zenginlik ise erdemi taksim etmesini bilmektir,
yarin yanağından gayrisi de ortağımdır.” diyor.

Sevgili Erol amca seni tanımak ne büyük bir zenginlik benim için sözle anlatamam ve senin gibi Bilgeler ne büyük zenginlik ülkem için… Umarım ki trollerle ilgili, denizden çok kendilerini düşünen balıkçılıkla ilgili yani 3 tarafı denizlerle çevrili ülkemizde denizcilikle ilgili dilediğin çalışmalar yapılır. Denizin kıymetini bilen, yaşadığı, ekmek yediği ve koşulsuzca veren bu denizi seven ve koruyan denizciler, balıkçılar yetişir.

Dilerim ki; bu deniz daha çok Erol amcalar yetiştirir… Erol amcayla ilgili anlatacak ne çok şey var daha, o anlatıyor devam ediyor ve her bir cümlesi ayrı bir değer. Onunla sohbet etmek isteyenlere gönül kapısı hep açık… ve onun dediği gibi “yine gelin gönlümün üstünde yeriniz var”…

Belki sizin de karşınıza çıkar bir gün Erol amca’lardan biri, belki bir tarlada, belki bir köy kahvesinde, belki bir otobüste yan koltukta… Kim bilir?

Sosyal canavağlar

Sosyal canavağlar 150 150 dolunay

Bugün çok sosyalleştim. Beş saat “face” de dolaştım. Arkadaşlarımla yazıştım, yaptıklarına baktım, fotoğraflarını inceledim, kendi en güzel ve sanatsal fotoğraflarımı ekledim. Çok yoruldum çok…

“Vay be” dedim kendi kendime, insanlar ne güzel hayatlar yaşıyor, dünyayı geziyorlar, çok başarılı oluyorlar, çok güzel çocuklar doğuruyorlar, TV programlarına katılıyorlar, bazı ilkokul arkadaşlarım ünlü olmuş, bazıları yazar, her hafta sonu dışarıdalar, partiler, gece gezmeleri, kutlamalar…

Bir tek ben miyim mutsuz, bir tek ben miyim doğru dürüst başarılı olamayan, bir ben miyim sap gibi tek başına, hepsi ya evlenmiş ya nişanlı ya da bir sevgili yapmış…. Bu işte bir gariplik var sanki bu face’de herkes mutlu, herkes zengin, herkes artıda… Ben de en iyisi geçen yaz tatilinden bir resim koyayım belki birileri yorum yapar da ortam şenlenir, beni ‘beğen’meyeni ben de beğenmemeliyim , hep unutuyorum beğeniveriyorum yaaa … sonra da ‘twitter’a takılmam ve birazcık felsefe yapmam lazım, uff ya bugün çok sosyal oldum, çok kafa patlattım yine….”

Birazcık abarttım mı bilmiyorum ama bugün bir danışanımın “Bu face de herkes mutlu herkes zengin bir ben mutsuz” demesi üzerine ve yine bugün sosyal ağlarla ilgili yapılan bir araştırmanın sonuçlarını gazetede okuduktan sonra “face’in twitter’in sosyalleşmemiz ya da soyalleşemememiz üzerine etkisine değinmek istedim kısacık.

Bugün okuduğum gazete haberi İngiltere’de gerçekleştirilen bir araştırma sonuçlarını aktarıyordu. Çarpıçı ve düşündürücü bulgular vardı sonuçlar arasında, örneğin;

* Araştırmaya katılanların %55’i facebook ya da twitter hesaplarına erişmekte sıkıntı yaşadıklarında endişe duyguklarını,

* %60’ı rahatlayabilmek için sahip oldukları tüm elektronik aletleri kapatma ihtiyacı duyduklarını belirtmişler.

* %53’ü sosyal ağların davranış değişikliğine neden olduğunu belirtmiş, bunların yarısı da sosyal ağlara bağımlılığın hayatlarını olumsuz etkilediğini söylemiş.

* Araştıma, bireylerin yıllar sonra buldukları arkadaşlarının başarılarıyla kendi başarılarını kıyaslamaktan kendilerini alıkoymadıklarını ve eğer arkadaşları daha büyük başarıya sahipse ciddi öz güven kaybı yaşadıklarını tespit etmiş.

* Araştırmaya katılanların 3’te biri sosyal alanda tepkilerini ortaya koyduktan sonra ilişkilerinde ve çalışma hayatlarında zorluk yaşadıklarını belirtmişler.

* Katılımcıların üçte ikisi internette 2-3 saat geçirdikten sonra rahatlamakta ve uykuya dalmakta zorlandıklarını belirtmişler.

Bu araştırmanın ortaya koyduğu sonucu araştırmayı yürüten Dr.Linda Blair şöyle özetliyor; “İnsanların teknolojiyi kontrol etmesi gerekirken, teknoloji insanları kontrol ediyor. Tüm elektronik cihazları kapatmak bizim elimizde ama çoğumuz bunu nasıl yaptığımızı bile unutmuş durumdayız.”

Yani sözün özü; kullandığı elektronik cihazın esiri olan bireyler oluyoruz. İnsanlar teknolojiyi kontrol ettiğini zannederken, teknoloji hızla insanları kontrolü altına alıyor ve olaylar karşısında tepki vermeyen, bilgisayarın karşısından kalkamayan ya da telefonundan uzaklaşamayan, onunla yatıp kalkan bireyler haline geliyoruz.

Ruh sağlığı alanında yeni çalışma alanları açılıyor. Bu konu nedeniyle kaygı bozukluğu, öz güven sorunun yaşayan bireylere yönelik psikolojik destek çalışmaları…

Yaşam hızla akıp giderken ve bizler yaşamla birlikte, onu hissederek, duyarak, görerek akmak varken teknolojiye akmayı tercih ediyoruz.

Teknolojiyi “İNSAN” yararına kullanalım, insana yakışan tüm değerlerle birlikte… Paylaşım, hoşgörü, tevazu, sevgi, neşe, gelişim, dönüşüm, yardımseverlik, şefkat, merhamet, adalet, saygı…

Teknolojiyi, sosyal canavağları insan yararına kullanalım lütfen, örneğin, bu yazıyı face’de paylaşalım, daha çok insan okusun diye, bu yazıyı face’de paylaşırken ve okurken bile sevdiklerinin, kendinin zamanından çalıdığını daha çok insan farketsin, farketsinler bu canavAĞlar tarafından yayılan çoğu ÇÖPLÜK ve çalıntı bilgi, duygu tarafından yönetildiğimizi….

Haydi şimdi bu yazıyı beğenin ve bilgisarınızı kapatıp en yakınızdaki insanın gözlerine bakın ve insan olduğunuzu hatırlayın, gerçek, canlı öyküler yaşamak için haydi hayatın içine bir adım atın….

Sevgiyle….

Pazarlıklı yaşamak

Pazarlıklı yaşamak 150 150 dolunay

Hayatla pazarlığım var, hesabım var bitmeyen, hep pazarlık yapıyorum kafamda. Çok çalışacağım, o da bana çok güzel imkanlar, maddi kazançlar verecek. Çok iyi koşullarda yaşarsam eğer “Hayatın beni sevdiğini anlayabilirim” diyeceğim, anne-babası olmayan bir çocuk için paranın anlamsızlığını unutarak ya da sevginin parayla satılamadığını fark etmeden!

İnsanlara iyilik yapacağım, onlar da bana yapacak ve tanrı beni ödüllendirecek, iyi bir insan olduğum için! “İyi iş, iyi eş, iyi evlatlar, iyi olanaklar verecek” diyeceğim, tanrının adaletinin bizim algılayabildiğimizden farklı olduğunu bilmeden.

Ben kimsenin arkasından konuşmayacağım ki onlar da benim arkamdan konuşmasın!Konuşanı duyunca da çok kızacağım, “Ben kimsenin arkasından konuşmuyorum, onlar niye konuşuyor?” diyeceğim. “Elin ağzı torba değil ki büzesin” sözünü unutarak, ben de konuşacağım onların arkasından, “Sustum da ne oldu!” diyerek.

Bu gün kaç kişiye yardım ettiğimi hesaplayacağım. Çok iyi ve yardımsever, melek gibi bir insan olduğumu düşüneceğim, bunun karşılığında hayatın bana neler neler vermesini isteyeceğim. Dedikodularımı ya da dedikodu yapmasam bile zihnimden geçen olumsuz düşünceleri ve diyalogları unutarak.

Ben eşim için çocuklarım için pek çok şey yapıyorum, kendimi feda ediyorum. “Onlar neden benim için hoşuma giden şeyleri yapmıyorlar, neden bana benim onlara davrandığım gibi davranmıyorlar, beni neden sevmiyorlar?” diyeceğim, kendini sevmeyene, kendine değer vermeyene, çocuğu bile olsa değer vermeyeceğini unutarak.

“İyilik yap iyilik bul, kötülük yap kötülük bul” diyeceğim ama ardından hemen “Bu dünyada iyilere yer yok, hep kötüler kazanıyor” diyeceğim kendimdeki çelişkiyi fark etmeden.

Çocuğuma “Beni seviyorsan ve seni sevmemi istiyorsan sınavda yüksek en yüksek notu alırsın” diyeceğim, kendi annemin babamın bana bunu yaptığında ne kadar üzüldüğümü unutarak.

Kendime “10 kilo verirsem kendimi seveceğim” diyeceğim, geçen yıllarda da zayıfladığımda kendimi sevmediğimi, zarar vermeye devam ettiğimi unutarak.

İnsanlar bana neden yalan söylüyor diye çok kızacağım hayata, insanlara, kendi yalancılıklarımı unutarak.

Koşullarım, kurallarım, dayatmalarım olacak hayata, hep pazarlık yapacağım onunla. “Bana şunu verirsen şunu yaparım” ya da Allah’la pazarlığa gireceğim “Çok dua ettim bana şunu ver” diyeceğim. İsteyip duracağım. İstediğim, talep ettiğim zamanda olmadığında duayı da keseceğim, kızacağım, “Dua ettim vermedin, ben de dua etmeyeceğim artık” diyeceğim. Kendimin gerçekten ne istediğini, benim için en iyinin ne olduğunu bilmeden.

Kaç yaşına gelirsem geleyim bazen 5 yaşındaki çocuk gibi davranacağım, isteklerim olmadığı zaman, sabredemediğimde köpüreceğim kendime, çevreme ve yukarıdakine. İnsan olduğumu unutarak, insanın İNSAN olmaya dair pek çok erdemi deneyimlemeye geldiğini unutarak. Hırsımın, “EGO”mun tuzaklarına düşerek. Huzuru alacağım eşyalarda ya da mevkilerde sanarak, hayatla pazarlık etmeye devam edeceğim.

Hoşgörüyü, sevgiyi, affetmeyi, koşulsuz vermeyi ve almayı öğreninceye kadar, koşullar dünyasında koşulsuzluğun, karşılıksızlığın kudretini görünceye kadar, koşullarla seveceğim ve yaşayacağım.

Peki, neyi, nasıl fark edersem, deneyimlersem koşulları bırakıp, koşulsuzluğun özgürlüğünü, bütünlüğü yaşayacağım?

Benim cevabım; hayatla, kendimle barışarak, kendimi severek, fark ederek, değiştirerek, dönüştürerek, İNSAN olmayı deneyimleyerek…

Sizlerin de cevapları vardır mutlaka…

Paylaşmak isteyenler varsa yazsın lütfen…

Her zamanki gibi,

Sevgiyle…

İyi tatiller

İyi tatiller 150 150 dolunay

Çocukluğumda okulların kapanmasının içimde yarattığı heyecanı her okullar kapanışında yeniden hatırlarım sanki… Saat çalmadan uyanmanın, yatakta keyif yapmanın, istediğim kıyafetleri giymenin, dilediğimde kitap okumanın ve akşam ezanına kadar dışarıda oynamanın keyfi bir başkaydı.

Zamane çocukları benden daha mı şanslı yoksa daha mı şanssız bilemiyorum ama bildiğim bir şey var ki benim çocukluğumun tatilleri pek güzel ve özgürdü! Galiba yaşadığımız ve içinden geçtiğimiz zaman/dönem bunu gerektiriyor ki evebeyler artık daha kontrolcü, kuralcı ve disiplinli. Aslına bakarsanız “zaman kötü” hikayesini çocukluğumundan ben de hatırlıyorum. Kirlenme ve kötüleşme hızını arttıran zaman mı yoksa insan mı yoksa zamane insanı mı?

“Eskiden” ya da ”bizim zamanımızda” ile başlayan cümleleri pek “tasvip etmemekle!” birlikte yine de bu kez kullanacağım; bizim zamanımızda karneye pek önem verilmezdi. Aileler çocuklarının sınıf içindeki başarısını, notlarını, sınıfta en çalışkan kim, kimin çocuğu kimin çocuğundan daha iyi notlar alıyor… gibi konuları bilmezlerdi bile…

Çocukların arasında kavga çıktığında “Çocuktur bu olur, çocuktur unuturlar”denirdi… Gerçektenden kavga bile etsek kısa süre sonra barışır hiçbir şey olmamış gibi devam ederdik. Ailelerimiz de bizim yüzümüzden küçüçük olaylardan dolayı birbirlerini kırmamış olurlardı…

Doğada, sokaklarda çok zaman geçirdiğimizden olsa gerek, dizlerimizdeki, kollarımızdaki yaralar hiç kapanmazdı yine de şikayet etmezdik. Oyuncaklarımızı doğadaki malzemelerden (çamur, ağaç, taşlar, bazen çöpler) yapardık. İşte bu yüzden annelerimizden çok azarlar, bağırmalar işitirdik. Yine de oynamaya devam ederdik geç saatlere kadar.

Ahhh o günler… diyelim ve bugünlere dönelim.

Okullar her haziran ayında olduğu gibi yine tatile girdi. Öğrencilerle birlikte velileri de karne heyecanı sardı. Karne notu yüksek olan öğrenciler ve velileri sevinirken düşük not alan öğrenciler buruk bir sevinçle tatile başlıyorlar. Düşük karne notu alan öğrencilerin velilerinin çocuklarına yaklaşımı onların derslerden tamamen soğumalarına bile neden olabilir. Aşağılayıcı tavır ve davranışlar, kızmak ya da hiç ilgilenmemek çocuk üzerinde olumsuz etkiye neden olur. Çocuğun öz değer algısı, başarıya verdiği anlam velilerin çocuklarına yaklaşım modeliyle şekillenir. Eğer çocuğunuzun karne notu düşükse bunda velilerin yıl içindeki davranışlarının da payı büyüktür. Çocuk eğitiminde çok söylenen şey “Ne ekerseniz onu biçersiniz!”dir. Yani çocuklarınıza davranışlarınızın ve yaklaşımlarınızın sonuçlarını çocuklarınızın üzerinde görürsünüz!

Çocuğunuzun karne notu düşükse bu sonuçdaki sorumluluğunuzu kabul edin ve çocuğunuzu koşulsuz sevdiğinizi hatırlayın. Onunla birlikte notlarını düzeltmek için neler yapabileceğinizi sakince konuşun. Eğer kendi hayatınızda da düşük notlar ya da karneler varsa kendinizden örnek verin ve nasıl düzelttiğinizi ya da düzeltemediğinizi anlatın. Kendi çocukluğunuzda ailenizin size nasıl davranmasını isterdiniz, hangi davranışlar hoşunuza giderdi hangileri sizde hiç işe yaramazdı? Bunları hatırlayın.

Karne sadece derslere verilen notlar değildir. Çocuğunuza verdiğiniz değere, sevgiye de verilen notlardır. “Düşük not alırsan seni sevmem ya da komşunun çocuğu senden daha iyi karne getirmiş, sen ne kadar tembel ve düşüncesizsin”… gibi davranışlar çocuğunuz üzerinde olumsuz etkiye neden olur. Onu sevdiğinizi her fırsatta söyleyin. Onu dinleyin ve anlamaya çalışın.

Yaz tatilinin amacının tatil olduğunu, çocukların arkadaşlarıyla oynamasının, spor yapmasının, keyifli ve eğlenceli zaman geçirmelerinin onların zihinsel, bedensel ve duygusal gelişim sürecinde çok önemli olduğunu hatırlayın. Yaz tatilinde verilen ödevleri yapmaları konusunda onları çok zorlamadan, esnek planlarla günlük ya da haftalık zaman dilimleri halinde bunların yapılmasına destek olun. Yazın bol bol kitap okumaları, ilgi duydukları sosyal etkinliklere ya da hobilere yönlenmelerine yardım edin. Hobiler kişinin kendini keşfetmesine ve tanımasına destek olur. Bir yıl boyunca çocuğunuza yeterince zaman ayıramadıysanız birlikte bol bol kaliteli zaman geçirin.

Unutmayın ki bir çocuğunun en çok ihtiyacı ailesini birarada görmek, birlikte eğlenmek, sohbet etmek ve hep birlikte keyifli zaman geçirmektir.

Tüm çocuklara, ailelere ve hep çocuk olanlara iyi tatiller…

İş yaşamında stresi kontrol etmek

İş yaşamında stresi kontrol etmek 150 150 dolunay

İş yaşamında stres oluşturan faktörleri, unsurları geçen haftaki yazımda paylaşmıştım. Bu hafta ise elimden geldiğince çözüm önerilerine değinmek istiyorum.

İşveren, çalışanlardaki stresin ve olumsuz etkilerinin farkında ve iyileştirici çalışmalar yürütme bilincinde ise, iş yerinde aşağıdaki önleyici ve iyileştirici çalışmaları yapabilir;

-Kişisel gelişim ve dinlenme için zamanı ve kaynakları çoğaltmak,

-Başarılı çalışanları ödüllendirmek,

-Personel için stres azaltıcı programları uygulamak,

-İş yerinde psikolojik danışmanlık/Koçluk hizmetlerini çalışanların hizmetine sunmak,

-İşyerinde yoga, pilates, hizmetlerini sunmak ve spor etkinlikleri düzenlemek

-Adil maaş ve ücret politikası uygulamak

-Bilimsel ve adil bir performans değerlendirme sistemi kullanmak

-Çalışanların yaptıkları işle mutlu olup olmadıklarına, kendilerini en çok hangi alanda verimli bulduklarına önem vererek uygun işe uygun elemanı atamak

-Çalışanların özgür karar vermelerini sağlayacak sistemler kurmak, çalışana sorumluluklar vermek

-Çalışanlar arasındaki dedikodu ya da iletişim sorunlarını en aza indirmek için açık iletişimi kullanmak ve personel arasındaki iletişim döngüsünü güçlendirecek çalışmalar yapmak

-Ve belki de en önemlisi çalışanı yaptığı işlerden, şirkete verdiği katkılardan dolayı taktir etmek ve yürekten teşekkür etmek. Yani “sen bizim için çok önemlisin, şirket/kurum için yaptığın her şey için sana teşekkür ediyorum ve seni bu çalışma şeklinden dolayı taktir ediyorum.”

Eğer yukarıda yazılanlar kulağa hoş geliyor ama sizin çalıştığınız kurumda uygulanmıyorsa o zaman aşağıdaki tavsiylerde siz kendi kendinin stresini azaltmayı deneyecek çalışanlar için;

* Stresle baş etmenin etkin yolu bakış açınızı değiştirmektir. Çalıştığınız kurumda sizi mutlu eden, size doyum veren noktaları görmeyi deneyin.

* Çalıştığınız şirketin/kurumun yönetim anlayışını değiştiremiyorsanız ki bu çoğunlukla mümkün değildir ve bu iş yerinde mutlu değilseniz, sevdiğiniz işi yapmak için fırsatları araştırın ve sevdiğiniz işi yapabileceğinize, dünyanın herhangi bir yerinde mutlaka size uygun bir iş olduğuna inanın. Ya da iş yeriniz olduğu gibi kabul edin.

* Kendinize mutlaka iş dışında zihninizi yoğunlaştırabileceğiniz bir uğraş bulun. Hobileriniz olsun. Sorun kendinize “bir hobi edinmiş olsaydınız bu ne olur du?” Hemen olmaz demeyin, zamanım yok demeyin. Aslında hem işimizi hem de keyif aldığımız şeyleri yapabiliriz. Neden olmasın demekle başlayabilirsiniz.

* Zaman yönetimini öğrenmek ve zamanla barışmak, her şeye zaman var.

* Sosyal hayatınıza zaman ayırmak ve işi işte bırakmak

* İş yerinizi gereğinden fazla ciddiye almamak

* Önce kendinizle ve sonra da insanlarla barışmak ve hem kendinizle hem de iş arkadaşlarınızda doğru iletişimi kullanmak

* İş yerinde hedefler koymak ve bunlara ulaşmak için uygun eylem adımlarını belirlemek ve zaman çizelgesini çıkarmak

* Nefes çalışmalarını öğrenmek ve uygulamak

* Mutlaka beden egzersizleri ve spora hayatınızda yer açmak ve kalıcı kılmak

* İçki, sigara ve uyuşturucu tüm maddelerden uzak durmak, doğru beslenmek

* Giyiminize, nasıl göründüğünüze önem vermek, sık sık aynaya bakmak.

* Yaşama olumlu bakmak.

Eğer kendi kendimize yardımda sınırlı kalıyorsak bir uzmandan yardım alma konusunda cesur olmak.

Sevgili dostlar, çok uzun saatler çalışıp, kendinize neredeyse hiç zaman ayırmayıp, hiç spor yapmayıp, iş odağınızda devamlı şikayet edip ve mutsuz olup, stressiz olmayı ve sağlıklı olmayı beklemek; hiç bilet almadan “büyük ikramiyenin” size çıkmasını beklemeye benzer!

Siz büyük ikramiyeyi beklerken hayat geçiyor, lütfen kalkın, pencereyi açın, nefes alın, öğlenleri küçük yürüyüşler yapın ve sorun kendinize “Bugün kendim için başka neler yapabilirim beni mutlu edecek?diye…

İyi ve huzurlu çalışmalar….

İş yaşamı ve stres

İş yaşamı ve stres 150 150 dolunay

Keşke bundan yirmi beş yıl önce bir bana yaşamımdaki kalıcı anlamın profesyonel hayatımdaki başarı değil, çocuklarımın değerini şekillendirmek olduğunu söylemiş olsaydı. Haham Harold Kushner

İşkolikseniz ve iş yerinize çok önem veriyorsanız yaşamınızın neredeyse çoğu iş yerinde geçiyor demektir. Çalıştığımız işe bağlı olarak da iş yerinin haricinde bile işle ilgili bir şeyler düşünüyor ya da yapıyorsunuzdur yani iş yerinde olmasanız bile çalışmaya devam ediyorsunuzdur. Bu durum kendinize ve ailenize yeterince zaman ayramıyorsunuz anlamına gelebilir. Tüm hayatımız sadece iş hayatı oluyor ve biz fark etmeden kendimizi kaptırıyoruz… Bu süreç günlerce, aylarca, yıllarca ve en acısı da ömür boyu devam edebiliyor. İş yerinde yaşanan stres ise tüm bunların üzerine tuz biber oluyor gibi… Pek çok hastalığın altında da bu stres yatar.

İş yerindeki stres kaynakları çoğunlukla aşağıdaki durumlardan kaynaklanmaktadır;

Bireyin rolleri konusunda yeterli bilgisinin olmaması durumunda rol belirsizliği görülür. Eğer işin amaçları kapsamı çalışana düşen sorumluluklar yeterince tanımlanmamışsa, bir diğer ifade ile birey ne yapacağını bilemiyorsa stres kaçınılmazdır. İş yerinde amirlerle geçimsizlik ve çalışanlar arasındaki sorunlu ilişkiler, bireylerin uyumsuzluğu, amirlerle, meslektaşlarla çatışma ya da tartışma, en basit işlerde bile gerginlik yaratır. Çözümü en zor olan da bu sorundur.

İş hayatında en önemli stres kaynaklarından biri de “dedikodu”dur. DEDİ-KODU bir ortamda konuşulan bir konunun denilen şeylerin üzerine eklenerek, artırılarak ve çoğu zaman değiştirilerek başka ortamlara ve kişilere iletilmesidir. Çalışanların verimliliğini azaltır, kişilerarası ilişkiyi çıkmazlara sokar ve stresi arttırır. Bir olayla ilgili varsayımlarla, kurgularla konuşma sürecidir… İş yerinde yaşanan stresin en önemli nedenlerindendir.

Örgütteki, kurumdaki yönetim şeklide stres üzerinde etkilidir.

Yoğun ve aşırı iş yükü stresi doğrudan tetikler. Bir çalışandan yapabileceğinden fazla iş istemek ya da kapasitesinin altında çalıştırmak iş yerinde stres oluşturur.

Vardiya düzeninde çalışmak başka bir stres faktörüdür. Bu çalışma biçiminde çalışanın sosyal hayatı aile hayatı olumsuz etkilenir ve kişi kontrol edemediği bir stres yaşar.

Zaman en büyük stres kaynağıdır. Zaman yetersizliği, işleri yetiştirememek ya da işlerden özel hayata zaman kalmaması büyük bir stres kaynağıdır.

Çalıştığınız mekanın fiziki koşulları yani çalıştığınız ortamın ışık alıp almadığı, kişi sayısı, gürültü, ısı, masaların yapısı fiziksel sağlığınız ve ruh sağlığınızı olumlu ya da olumsuz yönde etkiler.

Çalıştığınız kurumda kariyer yapamıyorsanız engeller varsa kişi hedef koyamadığı için yeterli doyum yaşamaz ve kuruma aidiyat duygusu azalır.

Çalışma hayatında ortaya çıkan stres faktörlerini daha da genelleştirmek mümkündür. Gelir yetersizliği, sınırlı gelişme imkânları, ayrımcılık, mobing gibi durumları da göz ardı etmemek gereklidir. Özellikle mobing çalışanın ruh sağlığını çok olumsuz etkiler ve derin izler bırakır.

İş yaşamındaki stres kaynaklarının uzun süre devam etmesi durumunda iş yerinde verimsizlik, üretimde düşüş, iş gücü kaybı ve işten ayrılma gözlemlenir. Çalışanlar işe devam etmek istemezler, devamsızlık yaparlar, sık hastalanırlar ve mutsuzluk hat safhadadır. Kişilerde fiziksel görülen belirtiler ise saymakla bitmez aslında; işten kaçınma davranışı, alkol kullanımı, ilaç bağımlılığı, saldırganlık, uyku sorunları, yeme bozuklukları, kilo kaybı ya da artışı, saç dökülmesi, adet düzensizlikleri, kaygı bozukluğu….. ilk aklıma gelenler.

İş yerinde stresi yok etmek pek mümkün değil ama azaltmak, kontrol etmek mümkün. Dilerseniz neler yapabileciğimiz haftaya aktarmaya çalışayım…

Hepimize kolay gelsin…

 

Hoş geldin bahar

Hoş geldin bahar 150 150 dolunay

Çok yoğun ve bol kar yağışlı bir kış geçirdik. Kış, kış gibi geçti yani. Kar hiç bitmeyecek zannettik. Kışın ilk aylarında bize huzur veren beyaz, 3-4 ay sonra sıkıntı vermeye başladı ve “Ne zaman gidecek bu kar, ne zaman gelecek bahar?” diye sorar olduk.

Baharın ilk belirtilerini gördüğümüz bu günlerde ise içimiz kıpır kıpır olmaya başladı. Güneş tam yüzünü göstermese bile, nisan yağmurları yağsa bile içimizde yeni umutlar, hisler yeşermeye başladı. Baharla birlikte doğdaki yenilenme, tazelenme izlemeye değerdir doğrusu.

Tüm kış kupkuru olan meyve ağaçlarının dallarında patlamaya hazırlanan yaprakların, çiçeklerin tomurcukları, bebeğini kucağına almaya hazılanan ve o günü iple çeken anne adaylarına benzer; sabırsız, heyecanlı, kıpır kıpır, meraklı…

Bahar her zaman olumlu duygularla gelmez aslında! Bahar yorgunluğu ve bazen de depresif haller çok sık görülen durumlardır. Mart sonu Nisan başı ve belki de tüm ay boyunca süren garip bir yorgunluktur, insanı deli eden. Yataktan çıkmak istemezsiniz, iş motivasyonunuz düşer, sinirli ve gergin olursunuz, stres artar. Bedeninizle ilgili en çok söylediğiniz cümleler “Sanki üstümden tır geçti ya da dayak yemiş gibiyim” veya “Kafam kazan gibi”dir. Bu şikayetlerimizi duyan dostlarımız “Enerjilerdendir, takma, göz vardır üstünde” der bazen, güleriz…

Tüm bu değişimlerin nedeni, yeni gelen mevsime bedeninizin ve ruhunuzun uyumlamaya çalışmasından başka bir şey değildir aslında. Kışa ve yaza girerken bu tür uyumlanma süreçlerini çoğunlukla hepimiz yaşarız.

Bahar her ne kadar içimizi kıpır kıpır yapsa da, güneşin o gül yüzünü yeni yeni gösterdiği, yağmurların hakim olduğu bu günler bedenimiz ve ruhumuz için biracık zor geçer. Bedenimiz bahara ait havanın içindeki iyonlara yavaş yavaş uyumlanır. Kışın isli puslu havasına alışan insan bedeni bu kez de bol bol temiz havaya alışmaya çalışır.

Bu geçişi kolaylaştırmak için yapılanacak şeyler çok açık aslında,

Beslenmemize dikkat etmek ve detoks yapmak için uygun bir dönem, vücudumuzdaki tüm biriken toksinleri atarak yenilenebiliriz. Daha hafif beslenebiliriz, kafein içeren içecekleri azaltabilir, alkol ve sigaradan uzak durabiliriz. Tabii ki egzersiz ve spor bu önerilerde olmazsa olmazlardan. Kapalı spor alanlarından çıkıp kendimizi doğaya bırakmanın tam zamanı. Doğadaki uyanışı, yenilenişi izledikçe kişi kendine dönüyor ve sormadan edemiyor: “Geçtiğimiz kışı nasıl geçirdim, olumlu neler yaptım, olumsuz deneyimlerden neler öğrendim? Önümüzdeki dönemden beklentilerim, hayallerim ve planlarım neler? Koca bir kış daha geçti. Neler kazandım bu kıştan? Ağzımda hangi lezzetler kaldı?…”

Bu niyetle bu sabah mahallede yürüdüm biraz. Baharın gelişini tüm hücrelerimde hissettim. Ankara’da yağmur vardı… Çok güzel bir Nisan yağmuru… Tertemiz havayı çiğerlerime çektim. Başımı, saçlarımı, ellerimi, parmaklarımı, ayaklarımı hissettim yağmurun altında…Yüzüme düşen yağmur damlalarını hissettim, seslerini duydum…Yeni Türkü’nün şarkısı kulaklarıma geldi. Eşlik etti bana bu yürüyüşte… Ve sizler de dizeleri okuduğunuzda şarkıyı duyarsınız kulaklarınızda…

Küçüçük bir bakışın, çözer beni kolayca
Kenetlenmiş parmaklar gibi sımsıkı kapanmış olsa…
Yaprak yaprak açtırırsın, ilk yaz nasıl açtırırsa,
İlk gülünü gizemli, hünerli bir dokunuşla…

Hiç kimkesin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur,
Bütün güllerden derin bir sesi var gözlerinin…

İçimde dingin bir çoşku, yüzümde keyifli bir gülümsemeyle “Merhaba, hoş geldin” dedim İlkbahar’a,

Hoş geldin!