korku

Korku

Korku 150 150 dolunay

İnsan dünyaya geldiği an itibariyle çevresinden gelen uyaranlarla, davranış ve tepkilerle pek çok duyguyu öğrenir. Sevgi, neşe, güven, merak, acı vb. Negatif ve pozitif pek çok duyguyu deneyimleyerek kaydeder.

5 yaşının altında, insan tepki ve kararlarını bilinçaltının iki temel güdüsüyle ‘Hayatta kalmak’ ve ‘mutlu olmak’ için fark etmeden verir.

Korku negatif duygular arasında en önemlisidir, en güçlüsüdür. Çok küçükken öğrendiğimiz hayatta kalmamız için gerekli bir duygudur KORKU! Bazen karanlıktan, bazen koridorda karşımıza çıkan bize göre dev gibi olan babamızın gölgesinden ya da kendisinden korkarak, bazen sevmek için uzandığımız kedinin tırmığından, bazen ablamızın oyun olsun diye yaptığı değişik bir yüz ifadesinden korkmayı öğreniriz. Bizi gece yarısı sıçrayarak uyandıran korkulu rüyalarımız vardır, yeniden uyumaya korktuğumuz.

Ve üstüne koya koya gideriz korkularımızı!

5 yaşından sonra ise soyut ve somutu ayırt edebilmeye başladığımızda aklımız yani bilincimiz devreye girer ve eğer sorgulamayı öğreten bir sistemin içindeysek, bilinç ve bilinçaltımız el birliğiyle İNSAN olma yolcuğumuzu destekler. Kararlarımızı, davranışlarımızı seçebilme süreci başlar. Örneğin; karanlıktan korkuyorum oysaki karanlık sadece ışığın olmadığı durum, ne olacak ki sanki desek gözümüz karanlığa alışır ve artık karanlık korkmaz oluruz. Tabii ki korkunun üstüne gitmeyi tercih edersek!

Korkunun belli bir dozu iyidir aslında bizi hayatta tutar; trafikte dikkatimizi toplamamıza, hızımızı kontrol etmemize, çok yüksek bir yere çıktığımızda dikkatli olmamıza yani hayatta kalmamıza yardım eder. Temkinli olmamızı sağlar.

Korkunun dozu arttığında ise işte o zaman insan ruh sağlığı açısından tehlike çanları çalar! Köpekten, kediden, yüksekten, karanlıktan, açık alandan, kapalı alandan korkarız, denizden, karadan, havadan, sudan, korkarız da korkarız!

Korkularımızın bir de daha derinde gizlenenleri, bizi gizli gizli yönetenleri vardır; sevilmemek, yalnızlık, başarısız olmak, parasız kalmak, yok olmak, ölüm, sevdiklerimizi kaybetmek gibi…

Korkularımızla ele el giden travmalarımız var. Yaşadığımız ülke travma cenneti! Deprem, sel, terör, maden kazaları, trafik kazaları, ölümler, cinayetler, tecavüzler, kayıplar vb. İnsanın ruh ve beden sağlığına en çok zarar veren, güvenlik ve hayatta kalma alanına en büyük tehdit ,yaşadığı ve tedavi edemediği travmalardır.

Korkular ve travmalarımız en ince karnımızdır hayatta. Korkularımız bizi, ilişkilerimizi yönetir, Bizi sınırlandırır. Çocukken yeterince sevilmediysek, takdir görmediysek hep birileri bizi çok sevsin, takdir etsin diye bekleriz ve azıcık sevgiler uğruna neler neler feda ederiz!

Bazen bitirmemiz gereken ilişkileri bitiremeyiz sevileyim ya da yalnız kalmayayım diye, bazen de başarılarımızı bile yeterince kutlayamayız, daha daha çok kazanmalıyım bu yetmez diye! Bazen sevdiklerimizi kaybetmekten korkarız ortada hiçbir şey yokken ve zamanı ziyan ederiz acıyla, korkuyla! Bazen ölümden korkarız ölümü hiç yaşamadan! Çoğunlukla da yaşamaktan korkarız pek çok şeyi!

Çok sevdiğim bir söz der ki; Cesaret, korkmamak demek değildir. Korksan da korkunun içinden geçerek devam etmektir.

Erol Evgin’in şarkısı yankılandı kulaklarımda…

Hani ıssız bir yoldan geçerken
Hani bir korku duyar da insan
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey…

Korkularımız hayatımızın pek çok anında bize eşlik eder. Önemli olan onları yok saymak değil, önemli olan; onlarla yüzleşerek, fark ederek, barışarak onların içinden geçmektir. Bazen şarkı söyleyerek bazen ıslık çalarak ve hep gülümseyerek.

Yalancının mumu

Yalancının mumu 150 150 dolunay

‘Yalancı; Allah’a kafa tutan, fakat insanlardan korkan bir serseridir. ‘(Bacon)

Yalan nedir? İnsan neden yalana ihtiyaç duyar? Yalanın beyazı, siyahı var mıdır? Sizin yalanınızın rengi ne?

İnsan yalan söylemeyi nasıl normalleştirir?

Yalan sözlerle insanlara ‘söz büyüsü’ yapan kişinin büyüsü nasıl bozulur?

Bir insan yalana şerbetli ise yani yüzü bile kızarmadan yalan söyleyebiliyorsa bu insanın ruh sağlığı nasıldır? Vicdanı var mıdır?

Tüm bu sorular zihnimde dolanıyordu ki yazmaya karar verdim. Çünkü sorularıma yazarak cevap bulmanın daha kolay olduğunu fark ettiğimden beri yazıyorum. Söz uçar yazı kalır derler! Gerçi artık sözün de hiç yok olmadığı, evrende enerji olarak kaldığı bilimsel olarak ispatlanmış durumda.

Hızlıca cevaplara geçelim:

Bence insanların çoğu, korktuğu için yalan söyler. Gerçeklerle yüzleşmeye, kabule cesaretleri olmadığı için yalana yalanla devam ederler. Çoğu zaman hatalarımızı gizlemek için yalan söyleriz. Bir süre sonra sonra yalanlar dönüşü olmayan yollar haline gelir.

İnsan başkasının yalancılığını kendi yalancılığından bilirmiş! Ne doğru söz, ben hiç yalan söylemem diyen kaç kişi var aranızda? Ufak tefek yalanlar bazen de büyük hayati yalanlar… Hani sordum ya yazının başında sizin yalanınızın rengi ne diye… Beyaz mı, pembe mi, yeşil mi yoksa kapkara mı? Söylenen yalanlar bazen bir kişinin bazen onlarca kişinin hayatını bazen de binlerce kişinin hayatını etkiler. Bir yalanla bazen kaderinizi tersine çevirdiğinizi zannedersiniz bazen iş hayatınızı bazen özel hayatınızı kurtardığınızı bazen kariyerinizi bazen de ülkenizi….Oysaki her yalanının bedeli, vebali vardır. Ve eğer vicdanınız çalışıyorsa, çalışıyorsa diyorum çünkü herkesinki çalışmaz, yalanlarınız size takip eder bir gölge gibi. Rüyalarınızda karşınıza çıkar, korkarsınız uyumaya, uyanıkken takip eder ve başka insanlara güvenemez olursunuz. Çoğunlukla da hasta eder. Panik bozukuluklar, kaygılar, mide hastalıkları ve daha aklınıza ne tür hastalıklar geliyorsa….

‘Doğruyu söylersem bana ne olur diye korkuyorum?’ sorusunun cevabı yalanlara neden ihtiyaç duyulduğunu gösterir. Örneğin, kaybetme korkusu, yalnız kalma korkusu, terkedilme korkusu, gücünü kaybetme korkusu… Hepimizin korkuları var. Bazen büyük bazen küçük. Yalan ne kadar çoksa ve ne kadar normalleştirilmişse kişinin yüzü ne kadar kızarmıyorsa yani yalana şerbetliyse korkunun boyutu o kadar büyüktür ve vicdan artık orada yaşamıyordur.

Yalanı adet haline getirmiş bir kişiyi nasıl anlarsınız ve söz büyüsünü nasıl bozarsınız sorusunun yanıtı ise çok nettir: Onu tanıdığınız süre zarfında söyledikleri tutarlı mı? Bütünün hayrına mı konuşuyor yoksa sadece konuşuyor ve yalanlarını mı örtbas etmeye çalışıyor? Sözlerinde sevgi mi var nefret mi? Duruma göre mi konuşuyor yoksa her koşulda sözleri aynı mı? Olaylar karşısında sorumluluğunu alıp davranışa geçebiliyor mu yoksa hep başkalarını suçlayıp kendi üzerine düşeni es mi geçiyor. Hep başkaları hatalı kendi hep suçsuz mu ? Ve en önemli farketme noktası: Özü, sözü, eylemi BİR mi?

Montaigne’in sözüyle yazıma şimdilik son vermek isterim:

“İnsan olmayı bilen, kitaplar yazmış ya da savaşlar kazanmış ve ülkeler fethetmiş bir kişinin yaptıklarından daha önemli bir şey başarmış demektir. Bunun dışında her şey –hükmetmek, kesemizi doldurmak, mal mülk edinmek- içi boş bir dekordan ibarettir. İnsanın hayatta en önemli eseri, doğru ve düzgün yaşamayı becermiş olmaktır.”

Öz- Söz-Eylem birliğine…

 

İçimdeki şeytan

İçimdeki şeytan 150 150 dolunay

Şeytanla ilgili ne çok hikaye ne çok söylence vardır. Henüz küçücükken şeytandan korkmamız gerektiği, ona uymamamız gerektiği öğretildi hepimize. Birileri kötü bir şeyler yaptığında, örneğin: hırsızlık, yalancılık, aldatma, riya, şiddet, …gibi ‘şeytana uymuş’ ya da bu tür şeyler aklımıza gelip yapmaya meyil ettiğimizde ‘Tövbe tövbe git kör şeytan’ gibi tanımlar hepimize tanıdık gelecektir.

Hiç sevilmez, hep kötülenir, hep başkalarını ziyaret eder de nedense hiç ‘geçenlerde beni ziyaret etti, ben şeytana uydum’ diyen olmaz.

Hep başkaları dedikodu yapar, yalan söyler, hep başkaları çalar çırpar. Şeytan bize hiç uğramaz, çok şükür!

Hiç düşünen oldu mu bu şeytan cennetten kovulduktan sonra nereye gitti?

Güzeli, başarılıyı, iyiyi sevmek kolaydır da kötü ve çirkini sevmek neden zordur! Sevilmeyecekse çirkin ve kötü neden yaradılmıştır?

Yaptığımız iyi ve olumlu şeyleri insanlarla kolayca ve öğünerek paylaşabilirken olumsuz şeyleri kendimize itiraf etmekte bile zorlanırız çoğu zaman.

İyi bana aittir, kötü şeytana!

İnsanları eleştirmek, yargılamak, kınamak kolaydır da anlamak, hissetmek ne kadar zordur. Bazen birbirimizi anlamak ve hoşgörmek için kınadığımızı yaşamamız gerekir. Örneğin: evliyken eşini aldatanları yıllarca hep kınadık ve suçladıysak gün gelip de evliyken başka bir insandan hoşlanırsak veya bekarken evli birinden hoşlanırsak, ben tek gecelik ilişki yaşamam deyip deyip de bir gün yaşayıverirsek! Bu tür deneyimler yaşamamızın nedeni bence hiç kimseyi yargılamamak, kınamamak içindir. Yargılamak bu kadar kolay, anlamak neden bu kadar zordur?

İnsanları kıyafetlerine, inançlarına göre ayırt ettiğimizde, kendi dedikodumuzun yapılmasından hiç hoşlanmayıp aynı şeyi biz yaptığımızda acaba kime hizmet etmiş oluruz?

İnsan başkasının yalanını kendi yalanlarından tanırmış! Kötülüğü de kendi kötülüğünden!

İnsanlara yalancılığından, dedikodu yapmasından, hırsızlığından, aldatmasından dolayı kızarken aslında kızdığımız kendimiz olmayalım!

Hep bu oyunları bize oynatan sevgili şeytan; sen olmasaydın, biz insanoğlu hiç kötülük yapmayacaktık. Sen yok musun sen! Havva’ya elmayı yedirten de sen değil miydin zaten, Havva ve Adem’i cennetten kovduran da sendin.

Hepimizin şeytanı içimizde

Aslına bakarsanız hepimizin şeytanı içimizde ve hep var. Siz arkanızı da dönseniz, kulaklarınızda tıkasanız, git kör şeytan deseniz de, gözlerinizi de kapasanız o bizimle. Yani insanın içinde iyi de var kötü de, güzel de var çirkin de…. Ve bana sorarsanız EGO’muz ya da ŞEYTAN’ımız – eğer görebilirsek- yaşadığımız olaylar kötü, çirkin, kabul edilemez bile olsa dersler çıkarmamız için var. Şeytana uyduğumuz anlardan sonra sormalıyız kendimize: ben bu deneyimden ne öğrendim, ne kazandım diye! Kendimize kızmak, kendimizi cezalandırmak sadece zarar getirir.

Ne yaşarsak yaşayalım kaçarak ya da redderek yaşadığımız duygudan kurtulamayız. Her şey insan için derken bunu kassetmiştir büyüklerimiz. Başımıza gelen her ne olursa olsun büyümemize hizmet eder. Deneyim olmadan insan, İNSAN olamıyor.

Yaşadığımız süreci/olayı kabul etmek ve kendimizi bağışlamak, derslerimizi almış olarak yola devam etmektir işin aslı.

Yani şeytanı görmezden gelmek ya da ondan nefret etmek değildir maharet, maharet onu görmek, sobelemek ve onun söylediğini değil de tam tersini yapmaktır. Bunu yaptığınızda o olumsuz deneyime ihtiyacınız kalmaz. Akıl da bu işe yarar aslında!

Şeytanı tanırsak, onu sobeleyebiliriz!

Onun oyunlarını bilirsek onun oyunlarına gelmeyiz. Peki, onu nasıl tanımalı? Herkesin şeytanı farklı yerden saldırır. Kimin zaafı neredeyse şeytan oradan ziyaret eder. Zaaflarımızı bilmek ve bunlarla ilgili farkındalıklar yaşamak EGOyu tanımamıza yardım eder. Düşmanını tanıdıkça güçlenirsin. Para hırsımız, sevgi açlığımız, koltuk merakımız, doymayan cinsel arzularımız… Ve buna benzer bir sürü EGO parçası…

EGOmuzun yani diğer adıyla şeytanımızın hoşuna gitmeyecek şeyler neler olabilir? Kendini tanımak, ihtiyaçları fark etmek, büyümemiz gereken alanları keşfetmek, zaaf kapılarını bilmek ve cesurca yüzleşmek, duygularımızı fark etmek, kendimizi dövmeden ve yok saymadan kabul etmek, dönüştürme sürecini çalışmak, gerçek insan olmak için akıl ve gönül dengesine önem vermek ve en önemlisi de iyiyi, kötüyü seçebilmek, sağduyulu olmak, vicdanın sesini duymak!

Bunları yazarken aklıma bir soru geldi: Bu düşman dediğimiz EGOmuz ya da ŞEYTANımız bizi büyüten/olgunlaştıran bir şeyse düşman mıdır yoksa öğretmen mi?

Ne dersiniz? Sizce?

Sevgi ne ola ki!

Sevgi ne ola ki! 150 150 dolunay

Sevgi, hepimizin dilindedir;
“seni çok seviyorum, lütfen beni bırakma” deriz,
“sana araba alayım lütfen beni sev “ deriz,
“sevdiğim için vurdum, öldürdüm” deriz,
“seven insan kıskanır” deriz,
“sigara içmeyi çok seviyorum” deriz,
“sevdiğimden dövdüm” deriz,
“dersini iyi çalış sınıfını geç, yoksa seni sevmem” deriz,
“beni seviyorsan değişirsin” deriz,
“onu çok sevdiğimden intihar ettim” deriz… deriz de deriz… Ağzımızdan çıkan sevgi söylevleri ateşlidir, tutkuludur, acı kokar biraz.
Bugünlerde yeniden düşünür oldum SEVGİ üzerine. Tanımlamakta zorlandım. Tanımını var ZANnettiğim ama net bir tanımı olmayan bir haldi Sevgi. İçimdeki sorular görünür oldu, sesi duyulur oldu; Sevgi koşul koyar mı? Sevgi acı verir mi? Sevgi sınır koyar mı? Sevgi yasaklar mı? Sevgi parayla satın alınır mı? Sevgi cana kıyar mı? Sevgi nedir? Koşulsuz sevgi var mıdır gerçekten? Sevgi ne ola ki? Sevgi, sevgi… kulağımda dönüyor biraz, özüm yine soruyor;
Gerçek sevgi nasıl yaşanır? Hangi haller sevgi halleridir? Tam olarak koşulsuz sevgiyi yaşamak nasıl ola ki? Sevginin duygu halleri nasıldır?
Sevgi pek çok duyguyla karıştırılır, şefkatle, merhametle, acımakla, kıskançlıkla, …
Sevgi ve korku ise asla karıştırılmaz, korkunun olduğu yerde sevgi yoktur, sevginin var olduğu yerde de korkudan zerre bile yoktur.
İnsan doğduğu zaman kalbinde sevgiyle doğar, koşulsuz saf sevgiyle, bundandır yeni doğan bebekleri, çocukları sevişimiz, bundandır hep onlarla zaman geçirmek isteyişimiz. Sevgiye özlemimizdendir.
Sevgi ‘varlığın’ kendisidir, Sevgiyi doğuştan kalbimize mühürlü getiririz. Sevgi kalbimizdeki elmastır. Yaşadıkça, hayatı deneyimledikçe, ailelerimizden, öğretmenlerimizden yani çevremizden diğer duyguları kaydederiz. Korkuyu, kuşkuyu, güvenmemeyi, alay etmeyi, ayrımcılığı, dünyanın tehlikeli ve zor bir yer olduğunu, çok ama çok çalışmamız gerektiğini, paranın çok zor kazanıldığını, hak edenin hakkını alamadığını… daha pek çok zehirli, çamurlu inanç ‘elmas’ın çevresini kaplamaya başlar. Çocuk büyüdükçe dünyaya o çamurlu, kirli yerden bakmaya başlar, özündeki saf elması hatırlamaksızın. Yani koşulsuz sevgiyi unutur, koşullar dünyasına ayak uydurur. Ama elmas elmastır, koşullar, korkular, kısıtlı inançlar kalktığında o orada bizi en güzel haliyle kapsar.
Sevgi bir hediyedir fiyat etiketi olmayan. Karşılıksız vermenin adıdır sevgi. Karşılıksız, koşulsuz, özgürce vermektir sevgi. Sevgiyi en çok doğada görür insan, çiçekte, yaprakta, toprakta, kuşta, … en çok kendine doğada yaklaşır insan. Doğa bize hep karşılıksız verir ondan olsa gerek. Aynı bir ağaç gibi, çiçek gibi… Bir ağaç gölgesini herkese verir, iyi kötü ayırt etmez, çiçek her durumda açar, kokusunu herkese verir, güneş her durumda doğar, bugün canım istemiyor demez.
Sevgi sadece verir, o geri almakla ilgili hiçbir fikre sahip değildir. Bu geri almaz demek değildir. Hiçbir şey elde etme niyeti olmadan verdiğinde, bu zihninden bile geçmediğinde verdiğinin kat be katını alır.
Sevgi, insanların zaaflarını, zayıf yönlerini kabul etmektir. İnsanları olduğu gibi görmek ve sevmektir. Sevmek çok duru, temiz, çok serin bir hal olsa gerek diyor içim. Sevgi özgürdür. “Sen bilirsin” der!
Sevgi, insanın kendisini sevmesiyle başlar, kendini sevmek, kendine değer vermek,
Kötü not alsam da, işimde başarısız olsam da, parasız pulsuz olsam da, kötü şeyler yapsam da, hesapsız kitapsız sevmeli insan kendini, koşulsuz… Kendini sevmeden başka birini sevmek mümkün müdür?
İçim diyor ki; korku bitiyor, her insan kendi elmasını keşfediyor, fark ediyor, sevginin kapılarını açıyor.
Sevginin her korkuyu, olayı dönüştürme, değiştirme gücünü, kudretini keşfediyor.
Hoş geldin Sevgi ne çok özlemişim seni, hoş geldin…