kıyamet

Sıradanlık hastalığı

Sıradanlık hastalığı 150 150 dolunay

Kent

“Başka diyarlara başka denizlere giderim dedin
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
Ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi nereye baksam burada
Gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
Yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın
Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın
Ne bir gemi var, nede bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte
Yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.”

Konstantin Kavafis’in Kent şiiri

Nereden mi çıktı bu şiir? Aslına bakarsanız sizlerden, belki de birazcık benden çıktı. Bugünlerde kimle konuşsam, kimi dinlesem ve gözlemlesem, yaşama dair, yaşadıkları dünyaya, kente dair feryatlar yükseliyor. 21 Aralık Kıyamet sendromu mu dersiniz, kış geldi ondan mı dersiniz, ülkenin durumu malum ondan mı dersiniz, bilemiyorum? Herkeste bir çekip gitme arzusu, bir şeyler değişse, barış gelse ama bir an önce gelse, bir değişiklik olsa, kıyamet mi kopacak, kopsun bir değişiklik olur diyen bile var. Bir şeyler değişsin de ne değişirse değişsin şu sıradanlık bir gitse üstümüzden.

Dün yazarlık dersinde hocamız Mehmet Eroğlu “Yüzyılın en tehlikeli hastalığı sıradanlıktır” dedi. Gerçekten de çoğunlukla birbirine benzer, sıradan hayatlar yaşıyoruz. Sabah kalkıp işlerimize gidiyoruz, sabahtan akşama çoğunlukla sevmediğimiz işlerde mecburen çalışıp para kazanıyoruz. Kazandığımız parayla, AVM’lere gidip temel ihtiyaçlarımızı karşılıyor, reklamlarla bilinçaltımıza kodlanan, kendi seçimimiz zannettiğimiz çok da ihtiyacımız olmayan ıvırı zıvırı alıyor, bizim olmayan plastik parayla fazla harcayıp, gerçek borçlanıyoruz. Sistem mutlu, siz borçlu!

Bilgisayar karşısında acılı soslu patates cipsini yutarken, nette gezinip sosyalleşiyoruz. Sanal beğeniler, dürtmeler, alkışlar… Beynimizden birkaç hücreyi daha öldürüyoruz!

İnsanların çığlıklarına kulak kabarttığımda anlıyorum ki sıradanlaşan yaşamlarından kaçmak istiyorlar. Bir kısmımız sıradanlığı kırmak için emekli olmayı bekliyoruz; “Emekli olunca gideceğim bu şehirden, küçük bir kasabaya yerleşeceğim, belki kitap bile yazarım, şimdi o kadar yoğun ve yorgunum ki üretemiyorum.”

Ya da başka bir ses; “Çocuklar bir büyüsün, okulları bitsin, kendime zaman ayıracağım. Spor yapacak, gezecek, hayatın tadını çıkaracağım.”

Yalan, hepsi yalan. Siz de ben de biliyoruz. İnsanoğlu en büyük yalanları kendine söylüyor ne yazık ki!

İtiraz edenleriniz vardır umarım ve umarım beni yalancı çıkarmak için bir şeyler yapanlarınız da…

Aslına bakarsanız sıradanlığı kırmak için yaşadığınız kenti terk etmeye gerek yok bence.

İşte benden dökülen, sıradanlığı kıran altından kıymetli öneriler…

  • Her gün yaptığımız şeyleri farkındalıkla ve sevgiyle yapmak. Bugün farklı bir şey yapacak olsam ve bu yapacağım şey beni ve en az bir kişiyi daha mutlu etse, bu ne olur diye sormak.
  • Derin bir nefes almak, nefesin tüm hücrelerinize ulaştığını hissetmek, nefesin hayat olduğunu idrak etmek.
  • İçinden geçen güzel bir cümleyi not almak ve bir kişiyle paylaşmak.
  • Aynaya baktığında gördüğün varlığa teşekkür etmek.
  • İşe giderken kullandığınız yolu değiştirmek, belki daha uzak bir yolu denemek.
  • Her gün yaptığınız işleri, alışkanlıklarınızı fark etmek ve kısır döngüyü kırmak, alışkanlıklarınızı terk etmek.
  • Öfkelendiğin ama bir türlü öfkeni belli edemediğin bir kişiye öfkeni, düşüncelerini belli etmek/eğer zaten çok öfkeleniyor ve bunu hep aynı kişilere yansıtıyorsan sakin kalmayı deneyimlemek.
  • Hafta sonu AVM yerine parka, bahçeye, ormana gitmek, doğada zaman geçirmek.
  • Çok konuşkan biriysen bir gün boyunca susmayı, tam tersiysen bir gün boyunca konuşmayı deneyimlemek.
  • Hayatın boyunca okumadığın, tarzım değil dediğin bir gazeteyi, dergiyi ya da kitabı alarak okumak.
  • Emeklilik planınız varsaJ (kenti terk etmek haricinde) Örn: Kitap yazmak, resim yapmak, seramikle uğraşmak… Emekli olmadan öncede yapmayı denemek, “zamanım yok” demek hepimizin en büyük yalanıdır!
  • Sevdiklerinizin ve kendinizin kıymetini sağlıklıyken fark etmek.

Sıradanlık hastalığının tedavisine eklemek istedikleriniz var mı?

Sevgiyle ve farkındalıkla kalın

Kıyametin gelsin

Kıyametin gelsin 150 150 dolunay

21 Aralık’ta maya takvimine göre kıyametin kopacağını duymayan kalmadı. Ne kadar şanslıyız ki dünya üzerinde güvenli iki köyden biri de bizim ülkemizdeymiş! Kıyametin kopmasına 10 kala Şirince de konaklanacak tüm evler inanılmaz fiyatlara kiralanmış hatta karavan koyacak toprak bile kalmamış. Şirince köyü sakinleri kazandıkları paradan memnun olmakla birlikte şimdiden kara kara düşünüyorlarmış o gün ki “insan kıyamet”ini nasıl ağırlayacağını!

O gün elektrikler kesilecek, elektronik sistemler çalışmayacak, ısı düşecek, en çılgın tahmin ise 2-3 günlüğüne hava kararacak ve buzul çağı gelecekmiş! Çok az insan hayatta kalacakmış!

Bu senaryoya inananların sayısı azımsanmayacak kadar çok ki NASA’dan tutun da Diyanet İşleri’ne kadar pek çok kurumdan açıklamalar geldi. Bu senaryolara inananlar yiyecek stokları yaptı, ısınma sorununu çözmek için battaniye satışları patladı hatta buzul bölgelere özel hazırlanan battaniyeler satışa sunuldu. Giderayak, ekonomi canlandı. Bu tabloya baktığımızda insanlık şimdiden küçük bir kıyamet yaşıyor gibi…

Bu kıyamet söylevleri, çığırtkanlıkları beni kıyamet kavramı üzerine düşünmeye sevk etti. Zihnimde kıyametle ilgili çocukluktan beri biriktirdiğim ve dönem dönem kullandığım terimler dolanır oldu; “…kıyamet gibi insan”, “kıyamet gibi kalabalık”, “kıyamet/mahşer günü/yeri gibi”, Sezen Aksu’nun şarkısı ritmiyle beraber kulaklarıma doldu;

“Bak atının terkisine de atmış, gözleri şaşı gelini
Mor kaftanlara sarmış, haspam odun gibi belini
Ah verin elime de kırayım, cadının derisi kara elini
Seni gidi dilleri fitne fücur, kıyametin gelsin

…………..”

Kıyameti hiç yaşamadan ne kadar da çok bilişimiz var bu konuyla ilgili.

Tabii ki ne ilahiyatçıyım ne de uzay bilimci… Sadece bu konuda düşünen bir insanım. Düşünmeye devam ediyorum. Kıyam-et! Kıyam ayağa kalkış, uyanış demekmiş dinimize göre. Ölülerin dirilip, sorguya gideceği zaman. Her zaman daha da derinde ne var acaba diye sorma prensibimden olsa gerek soruveriyorum; Uyanmak ve ayağa kalmanın daha farklı bir anlamı olabilir mi acaba biz insanoğluna anlatılmak istenen? Uyan, uyan!

Uyanmak, kendine uyanmak, kendini varlığını fark etmek için uyanmak olabilir mi? Olayları, nesneleri, dünyayı, insanı görme biçimlerimizde değişiklik, farklılaşma, algılarımızın değişmesi, dönüşmesi olabilir mi?

İnsanın dünyaya geliş nedenini, yaşam amacını, vizyonunu sorgulamaya başlaması, varlığını araştırması, kendini yeniden inşa ederek, yeniden yaratması, kendi kıyameti olabilir mi?

Bazı olaylar yaşamak, başımıza bazı olayların gelmesi, örneğin çok sevdiğimiz birini kaybetmemiz, çok tehlikeli bir hastalığa yakalanmamız, ölümden dönmemiz ya da tüm mal varlığımızı bir günde kaybetmemiz, bazılarımızın kıyametini, yaşarken de getirmiyor mu zaten?

Kıyametten, ölümden, Tanrı’ya hesap vermekten ya da verememekten bu kadar korkuyorsak neden yaşarken İNSAN olmaya niyet etmiyoruz. İnsanın en büyük korkusu ölüm yani yok olmak diye bilinir, yeniden doğuşun ya da ölümden sonra yok olmayacağımızın garantisi olsa daha iyi mi yoksa daha kötü insanlar mı oluruz? İnsan denen varlık korkularından özgürleşirse insani çizgide onu ne tutar?

Çok , pek çok soru ve cevap geçiyor yüreğimden aklımdan, ben bir kaçını paylaşmaya çalıştım, sizlerde kendi sorgulamanızı yaparsınız kendi cevaplarınızı alırsınız akılınızdan ve gönlünüzden.

Sezen Aksu yeniden döndü kulaklarımda…

Kıyametten sonra görüşmek üzere…