insan

Etiketler

Etiketler 150 150 dolunay

Dünyada ayrımcılık olmasın, herkes eşit olsun, tüm insanlar kardeş olsun, torpil yapılmasın ne sınavlarda ne de iş yerinde diyoruz ya… İsyan ediyoruz ya bazen hayata, düzene…

Peki, acaba biz kimlere ne zaman ayrımcılık yapıyoruz? İnsanlara eşit bakıyor muyuz yoksa hep etiketliyerek, kıyaslayarak mı bakıyor ve davranıyoruz?

Şişman ama iyi,

Uzun boylu ama akıllı,

Akıllı fakat çirkin,

Çirkin ama şanslı,

Yakışıklı ama salak,

Çirkin ama çok zengin,

Müdürün kızı, kaymakamın çocuğu,

Saçı uzun aklı kısa,

Mini etek giydiğine göre ….vb

Ayrımcılık, torpil bizlerin zihninden, dilinden, güzünden o kadar doğal dökülüveriyor ki fark etmiyoruz bile yaptığımız bölücülüğün, ayrımcılığın!

İnsanların giydikleri kıyafetler, taktıkları takılar, bindikleri arabalara göre tavrımız tarsımız değişiyor bazen, Nasrettin Hoca’nın ‘ye kürküm ye’ fıkrasında olduğu gibi…

Çöp toplayan kişilere baktığımız gözlerimizi, bedenimizi dışardan görsek ve izlesek neleri farkederiz acaba?

Şişman bir insanın yanında aklınızdan neler geçer ya da çok zayıf ya da çok kısa ya da uzun?

Nereden geliyor bu, nasıl alıştık ve normalleştirdik bu şekilde ayrımcı düşünmeyi ve davranmayı?

Çizgi filmleri hatırlıyorum, örneğin; Dantonlar! Avarel en uzun ve en salak, Joe Dalton ise en kısa ve en zeki, agresif ve lider konumda olan. Ara boylarda olan Jack ve William rolleri daha silik sanki aklımda!

Gözümün önüne arkadaşımın annesinin hanginiz daha uzun diye boylarımızı ölçtüğü an geliyor. O zamanda anlamamıştım bunu neden yaptığını şimdi de anlamıyorum çıkan sonuçla ne yapacağını !

Görünümümüz daha ötesine bakabilsek, gözlerimize baksak birbirimizin, oradan kalplerimizi görebilsek neler değişir acaba düşüncelerimizde hislerimizde?

Her insanın giydiğinden, mesleğinden, rütbesinden, makamından, kimin çocuğu olduğundan öte bir yol olsa birbirimizi tanımaya, sevmeye giden!

Hiç düşündünüz mü ilk tanıştığımız insanlara neden hep ne iş yaptığımıza dair bilgiyi veriyoruz? Çoğu zaman yaptığımız iş nasıl biri olduğumuzun, İNSAN olmamızın bile önüne geçiyor. Ne iş yaptığını öğrendiğimiz anda zihnimizde etiketler ardı ardına gelmeye başlıyor? Hımmm doktor muş, nezih bir insandır, okumuş, aydın bir insandır, iyi de para kazanıyordur…vb.

Ve unutuyoruz İNSAN olmanın meslekten bağımsız bir süreç olduğunu ve unutuyoruz cahaletin okumaktan bağımsız olabileceğini, nice aydının, bilgenin diplomasız, sıradan insanlar olduğunu…

Aklımıza ne zaman gelir acaba gerçek aydınlığın gönül aydınlığı olduğu… Nice okumuş, zengin, iyi mevkilerdeki insanın gönlünün cahil kaldığı…

Hangi mesleği yaparsak yapalım ya da ne olursak olalım gönlümüze dürüstük, sevgi, paylaşım, hoşgörü gibi temel insani değerleri yerleştirip davranışa geçirmediğimiz sürece hep eksiğiz, hep yarımız!

Birbirimize ne zaman ki mesleklerimiz, kıyafetlerimiz, boyumuz, kilomuz, cüzdanımızdan bakmayı bırakırız o zaman gerçek insana dair bir adım atarız.

Gülümse

Gülümse 150 150 dolunay

Gülümsemek kalbin kapılarını açar. Yürekten gülümseyen bir insan çeker bizi kendisine, gözlerinden girersiniz sanki yüreğindeki köşke. İki insan arasındaki en güçlü ve pozitif bağdır, gülümsemek!

Bir insan kapattıysa kalbin kapısını ne kadar gülümsese de giriş yok yazısı okunur kaç metre öteden… Gülümsemek için sevmek gerekir gönülden… İnsanı, doğayı, kuşu, böceği, havayı, suyu, taşı, toprağı..

Zor günler geçirir insan, zor anlar, aylar belki de yıllar… Bazen atılan büyük bir dost kazığı, bazen ülkenin durumu, ekonomik zorluklar, sağlık sorunları, kadınlarının, genç kızların başına gelen insanlık dışı olaylar, bazen aşk acısı yüzümüzdeki gülümsemeyi donduracak gibi olsa da, kalbimizi kapatmak istesek de kendimizi korumak için, HAYIR her şeye rağmen her şeyle birlikte gülümsemektir HAYAT!

Sezen’in şarkısında dediği gibi;

Gülümse hadi gülümse
Bulutlar gitsin
Yoksa ben nasıl yenilenirim
Hadi gülümse

Gülümseyecek ne var ki demeyin, gülümsemek için iyi şeyler olmasını beklemek, doymak için sadece kuş sütünün eksik olduğu mükellef sofranın kurulmasını beklemeye benzer!

Yaşadığımız ülke ya da dünya söz konusu olduğunda dersek ki gülümseyecek hiç bir şey yok işte o zaman geleceğimize ihanet ederiz bence!

Oysa ki şimdi de şu an da var olduğunu fark ettiğinde ve tek gerçeğin AN olduğunu hissettiğinde derin bir nefes al ve gülümse! Geçmiş çoktan bitti, gelecek ise bir hikaye! İstediğin hikayeyi yaşayabilmenin en güzel yolu ise zihnini şimdiye gülümsetebilmekte.

Gülümsemek sadece insandan insana değildir bence, bir ağaç da bir çiçek de, bir kedi, bir köpek de gülümser, açar kalbinin kapılarını her şeye… Bir çiçeğe, iş arkadaşına, eşine, bir köpeğe, bir yaprağa dokunduğun bir ağaca gülümse ve onun dünyasına gir o kapıdan… Ve aç kendi kalbinin kapısını ve bir sevgi köprüsü kur tüm bunlarla birlikte…

Gülümseyerek bir ağacın gövdesinden ya da dalından içeri girdiğini hayal et ve fark et ağacın dünyasını, neler hissediyor yapraklarını dökerken ya da yaprak ve çiçek açarken…

Bir köpeğin gözlerine bak gülümseyerek ve onun hayatı ol bir anlığına onun yüreğine misafir ol ve sana neler dediğini dinle…
Bir gülü bir leylağı kokla ya da bir kaktüsün dikeninden içeri gir gülümseyerek ve gir kalplerine ve hisset neler var o evrende…

Gülümse ve bil ki gülümsemek tüm kalpleri bir birine bağlar bu evrende…. Ve tüm kalpler bağlandığında bir kere bütünlük yaşanır olur evrende.

Gülümse…

Gölgeler

Gölgeler 150 150 dolunay

Çok derinde bir yerlerde acıyor içim, tarifsiz bir acı, düşünsene 20 yıldır evli olduğum adam çocuklarımın babası, ‘Ben aslında seni hiç sevmedim hep mış gibi yaptım, şimdi ise hayatımın aşkını buldum, senden boşanıyorum’ diyor. Sen ne hissederdin?

Soran kişi uzun yıllardır tanıdığım bir arkadaşım ve yaşadığı olayı algılamaya çalışırken bana yöneltiyor bu soruyu.

“Gerçekten ne hissederdim?” diye soruyorum kendime…

Onun hisleriyle birebir aynı olamaz benim hislerim çünkü o yaşayan, ben ise algılamaya ve kendimi onun yerine koymaya çalışanım. Bunu da belirterek cevap veriyorum: Kandırılmışlık, yalan bir hayatı yaşamışlık hissi, kızgınlık, öfke ve kendime acıma… İlk algılayabildiğim hisler oluyor.

Bu sohbetten sonra düşünmeye başladım ve yine sorular sormaya kendi kendime…

Yıllardır tanıdığınızı zannettiğimiz kişileri gerçekte ne kadar tanıyoruz? Her hallerini tanısak yine sever ve kabul eder miyiz onları?

Çok güvendiğiniz, kendinize örnek aldığınız ailelerin gerçekte rol yaptıklarını anlasanız ve aslında hiç de mutlu olmadıklarını, birbirlerini aldattıklarını bir gün birdenbire öğreniverseniz,

Evli ve çocuğu olan bir dostunuz size ‘Ben aslında eşcinselim ve bunu saklamak için evlendim ve çocuk yaptım’ dese,

Kocanızı bilgisayarına tesadüfen bakarken çocuk pornosuyla ilgili sitelere girdiğini ve bunu düzenli olarak yaptığını fark etseniz,

Uzun süredir tanıdığınız aile dostlarınız arasında gizli ilişkiler ve oyunlar olduğunu öğrenseniz,

Ya da bir tanıdığınız sizi eşiniz/sevgilinizle birlikte grup seks partisine davet etse ve bunu uzun yıllardır yaptıklarını söylese,

O kişi/kişilerle ilgili ne düşünür ve ne hissedersiniz? Onları algılamanızda ve kabulünüzde bir şeyler değişir mi?

İnsanın içinde ne kadar çok farklı yüzler, kimlikler var: İyi aile babası, iyi anne, örnek insan, güvenilir bir uzman, iyi bir yönetici, lider, aynı zamanda pedofili, yalancı, ikiyüzlü, iki kadını idare edebilen, korkak, içten pazarlıklı, bol maskeli biri…

Amacım sizi sevdiklerinize kuşkuyla baktırmak değil, insanın içinde aklımızın kabul etmekte zorlanacağı, yargılamadan duramayacağımız tarafların olabileceğini yani gölge taraflarımızı bir kez daha fark ettiğimi aktarmak.

Gölgesi olmayan insan yoktur da kendi gölgesini gören kaç kişi vardır acaba?

Bence asıl olan o gölge taraflarımızla birbirimizi kabul edip edemeyeceğimiz!

Gölgelerimiz bizi hep zorlar. İnsanın kendi gölgesini görmesi için arkasına bakması gerekir. İçindeki ruhsal boşlukları, girdapları, gölgeleri görmesi için de kendi içine bakabilmesi, uygun soruları sorabilmesi ya da kendini en yakınlarının, dostlarının gözünden tanıması gerekir.

Sizin gölge tarafınız ne? Belki bugün bunu sorarsınız kendinize…

Hikayelerimiz

Hikayelerimiz 150 150 dolunay

Hikayelerimiz var, her birimizin, her olayın, her canlının ve cansızın bir hikayesi var. Bazen aşk, bazen ayrılık, bazen aldatılma, bazen dolandırılma, bazen başarı, bazen komik bazen trajikomik…

Kendine, iş arkadaşına, düşman bildiğine, dostuna, çevrene, doğaya, ağaca, kuşa, oturduğun sandalyeye ya da kullandığın telefona, okuduğun kitaba hikâyesini merak ederek baktın mı hiç?

Kendimi bildim bileli hikâyelere meraklıyımdır. Belki de bundandır psikoloji alanında okumam ve çalışmam… Doğabilimci de olabilirdim ancak insan daha öne geçti o vakitler! Bu da herhalde kendimi merakımdandır.

Doğadaki, evrendeki her canlının ve bize göre cansızın hikâyesini bilmek istemişimdir. Bazen bir ağaca sarılıp ya da dokunup, bazen tepesine çıkıp ona hikâyesini sormuşluğum vardır… Dinlemişimdir, rüzgârın dilinden… Tepesinden düştüğüm limon ağacına saygılar!

Uyuduğum divanın ahşap sırtına her akşam ve sabah elimle dokunup, oluş hikâyesini hissetmeye çalışmam ya da şehrin ortasından geçen nehrin nereden geldiğini ve nereye gittiğini, o nehirde bir damla olsam hissedeceklerimi, suyun içindeki tüm canlı ve cansızı algılamak için kurduğum hayaller beni doğaya, çevreye ve bana yakınlaştırmış!

İlk aşk, ilk acı, baba kaybı, arkadaşlıklar, dostluklar, yapılan dedikodular ve atılan ve yenilen kazıklar, hırslar, tutkular, karalılık ve azim hikâyeleri, kendi hikâyelerim ve dinlediğim binlerce hikâye beni insana ve bana, özüme yaklaştırmış, daha derinden hissettirmiş İNSAN’ı!

Tüm ailesi tarafından kalpsizlikle, soğuklukla, sevgisini hiç göstermemekle, gaddarlıkla suçlanan bir babanın, babasından uzun yıllar şiddet gördüğünü, anne babasının ona hep mesafeli ve soğuk davrandığını bu nedenle şimdi istese bile çocuklarına dokunamadığını içeren hikâyesini dinlediğinde, onun hayat hikâyesini bir anlığına hissettiğinde, onunla ilgili sende neler değişir? Bence, kalbin yumuşar, yargılar ve yorumlar susar, sadece anlarsın.

İş hayatında başarılı olmak için her yolu deneyen hırslı, kıskanç, rekabetçi iş arkadaşının çocukluk hikâyesine kısaca göz gezdirdiğinde; başarıya ulaşmak için her yolun mubah olduğunun öğretildiği bir ailede, hayattaki en önemli şeyin başarı ve para olduğunun yerleştirildiği, anne baba sevgisinin bile okul notlarına göre verildiği bir aile ortamı görsen onunla ilgili yargı ve yorumlarına ne olur?

Ağzına rastgele attığının, tadını bile doğru dürüst algılamadığın bir kuru üzümün ya da fındığın senin evine, senin eline gelinceye kadarki uzun ve zahmetli üretim ve satış sürecini bir anlığına fark etsen, tadı nasıl değişir?

Bardağına koyduğun çayı içerken aynı anda çay filizine gitsen, Rize’deki çay bahçelerini gözünün önüne getirsen, bir çay filizi olsan bir anlığına, nefes alsan ve bir yudum alsan çaydan, o çay en güzel çay olur dünyadaki…

Şimdi önce kendi hikâyeni fark et, kendine kızdığının bir olay ya da davranışınla ilgili altındaki hikâyeyi dinle, hangi pozitif ihtiyacından doğmuş ve sonra seni kızdıran bir arkadaşının hikayesini merak et. Belki bir gün dinlersin! Ve çevrendeki her şeyin bir hikâyesi olduğunun farkındalığıyla bak dünyaya…

Her şeyin, herkesin, her iyiliğin ve kötülüğün, her canlının ve cansızın bir hikâyesi var merak edene… Görünenin arkasındaki hikâyeler… Hikâyeler bizi kendimize, birbirimize yaklaştırır, birbirimize bağlar, BİR yapar.

Çiftçi ve mısır

Çiftçi ve mısır 150 150 dolunay

Masalları sevdiğimi uygun bulduğum her ortamda dile getirim, bu köşe aracılığıyla da sevdiğim masallardan bazılarını sizlerle dönem dönem paylaşıyorum. Masal anlatma ve yazma eğitimlerini aldığım güzel insan Judith Malika Liberman’ın geçen hafta ‘MASAL TERAPİ’ isimli kitabı yayınlandı. 7’den 70’e her yaş grubuna hitap eden çok güzel bir masal kitabı yazmış Judith. Kitabı incelediğimde ve ilk masalımı okuduğumda kendi kendime söylediğim ilk cümle şu oldu “Aaa bu kitap yaşıyor” 🙂

Hepimiz için oradan bir masal diledim ve sayfayı açtım, işte masalımız ve bende bıraktıkları…

‘O sene yetiştirdiği mısır, tarım festivalinde birinci seçilen bir çiftçi, tohumlarını ülkenin dört bir yanındaki çiftçilere dağıtarak herkesi şaşırtır. Ona neden böyle yaptığını sorduklarında “Çömert bir davranış gibi görünebilir ama aslında epey bencilce davrandım. Doğada hiçbir şey birbirinden ayrı değildir. Tarlalarımızın sınırlarını biz görürüz ama rüzgar görmez. Bir tarladan bir poleni alıp diğer tarladaki mısıra taşır. Bu yüzden komşularımın daha düşük kalitede mısır yetiştirmesinden ben zarar görürüm. Ancak etrafımdaki herkesle birlikte olursa en iyi kalitede mısır yetiştirebilirim’” diye açıklar.

Doğadaki güzelliğin, büyüleyiciliğin, ahengin nedeni, bence cömertliği, koşulsuzca paylaşımı ve kapsayıcılığı. Doğada her şey BİR ve dengede. İnsan eli doğaya karıştığında ise bu ahenk ve birlik sarsılıyor. Kibir, bencillik, her şeyin insana hizmet etmesi gerektiği düşüncesi, insanın üstün olduğu inancı sadece insana ait. Doğaya hükmedebileceğini zanneden insan!

Masaldaki çiftçi eğer ödül alan mısır tohumunu saklasaydı tohumunu saf bir şekilde koruyamayacağı gibi insanlarda bilgilerini, sevgilerini, neşelerini, paralarını, yemeklerini, emeklerini, acılarını-tatlılarını…vb paylaşmazlarsa sağlıklarını, varlıklarını ve birliklerini koruyamazlar!

Dünyanın bir ucundaki kelebeğin kanat çırpışından dolayı dünyanın diğer ucundaki varlıklarının bile etkilenebildiği gerçeğiyle bir insanın canının acıdığı, hakkının yendiği bir durumda diğer insanlarda etkilenir inancındayım. Dünyaya baktığımızda bunu net görüyoruz, yaşıyoruz! İnsan aklının, gönlünün, vicdanının çok zorlandığı olaylar ülkemizde dahil neredeyse tüm dünyada yaşanıyor.

Şimdi bir kaç dakikalığına bir hayale ortak olalım.

‘Bir ülke düşünün ki, bizimkiler, ötekiler, yarış, sınav, rekabet, ..vb tanımlarının paylaşım, barış, sevgi, birlik, neşe, bolluk değerleri ile yer değiştirdiği, dil, din, ırk, mezhep ayırımlarının çoktan insanlık tarihinin utanç dolu sayfalarında bırakıldığı, “hepimiz birimiz birimiz hepimiz için” ilkesinin tüm ülkede temel felsefe kabul edildiği, kadın ve erkeğin her alanda eşit ve tam sayıldığı, farklılıkların renk kattığı, çocukların çocukluklarını yaşadığı, doğayla uyumlu, bolluk içinde bir ülke, bir dünya…’

Ülke ya da dünya sınırları içinde yaşanan herhangi bir doğa ya da insanlık ayıbından kendini sorumlu hisseden biri olarak size delilik ya da ütopik gelebilir ama benim hayalim budur.

İnsan olma yolcuğu her şeye rağmen ezerek kırarak, yok ederek değil bütünle birlikte bütüne hizmetle olmasını diliyorum.

Sevgilerimle…

Bir FOK’un gözünden

Bir FOK’un gözünden 150 150 dolunay

Deniz ve insanlar uykudayken denize girmeyi çok severim. Geçen hafta tatil için gittiğimiz beldede denizi uyandırmadan denize girmek için sahile gittiğimde bir sürprizle karşılaştım.

Siyah bir kütle kıyıda yatıyordu ve yanında bir adam 2 metre kadar ötesinde duruyordu. İlk başta köpek zannettiğim bu kütlenin bir Akdeniz foku olduğunu anladım.

Heyecan ve merakla yaklaşmaya başlamıştım ki sonradan balıkçı olduğunu öğrendiğim adam beni durdurarak ‘Çok yaklaşmayın lütfen, lütfen dokunmayın, insanlara alışması iyi değil, alışırsa zarar görür, biraz yorulmuş ve kaslarında ağrı var galiba, dinlenip gider’ dedi. 5 metre kadar öteden izledim biraz. Onun kalp atışlarını, soluk alıp verişini hissettikçe bir an için onun gözünden baktım dünyaya. O soluk alıp verdikçe fok oldum birkaç dakikalığına…

En çok hissettiğim duygu yalnızlık duygusuydu o olduğum dakikalarda ve nereden geldiğini anlayamadığım hüzün ve acı…

En zalim hayvan olan insan tarafından gerek derisinden, gerek yağından faydalanmak üzere katledilen fokları düşündüm. Fokların yağı güzellik ürünlerinin yapımında derisi de giyim kuşamda kullanıyor, kendimden utandım.

Badem’i düşündüm. Foçalı meşhur Badem, insanlarla iç içe yaşadığı için başına gelmeyenin kalmadığı canım Badem’i!

Akdeniz fokları soyu tükenmekte olan hayvanlardan. Soyları niye mi tükeniyor? Cevap o kadar açık ki! Bu yüzden cevabı sizlere bırakacağım.

Eğer bir gün sizler de benim gibi denizden kıyıya çıkmış bir fok görürseniz, lütfen;

  • Yaklaşmayın ve insanların yaklaşmasına engel olun,
  • Foku korumakla kendini görevlendirmiş biri yoksa görünürde, mümkünse çevresini 4-5 metrelik daire olacak şekilde iple ya da şeritlerle çekerek insanlardan koruyun,
  • Yetkililere haber verip, Sualtı Araştırma Grubu Akdeniz Foku Araştırma Grubu’na (SAD-AFAG) haber verilmesini sağlayın ya da siz onlara ulaşın.

Senin için en güvenli yer denizler diyeceğim ama doğru olmayacak, ne yaptığını bilmeyen avcılar tarafından vurulma ya da başına başka bir şeyin gelme riskleri var.

Şu anda dünyada insan insanı katlediyor, çoluk çocuk kadın erkek demeden, insanlığını unutmuş bir şekilde … İnsanın insana yaptığı zulüm en ağır şekilde devam ediyor.

İnsana bu kadar acımasız olan insan, sana neler yapar kim bilir?

Ya da sana şefkat göstererek kendini temizlemeye mi çalışır?

Bu nedenle sakın bizlere yaklaşma güzel Fok sakın bizlere dokunma ve güvenme!

Biz insanoğlu gerçek İNSAN olmayı öğrendiğimiz gün doğayla, hayvanlarla dost olabiliriz. O güne kadar kendini bizden SAKIN!

Köleyiz hepimiz

Köleyiz hepimiz 150 150 dolunay

‘Köleliğin bittiğini zannedenler yanılıyor, prangalar ses yapıyordu çıkardılar.’ Prof Dr. Ayhan Aydın’ın söyleşisinde kullandığı bir cümle… Hepimize tanıdık gelecek kapılar açtı bende.

Kölelik nedir? Ayaklarımızdan prangalarla bağlı değilsek bu köle olmadığımız anlamına mı gelir?

Bedenin özgürse ama düşüncelerinden suçluysan ya da korkuyorsan ne kadar özgürsün?

İnandığımız ve uğruna savaştığımız inançlarımızın ve fikirlerimizin hangisi gerçekten bize ait? Hangi fikrin sentezlenerek bile olsa senden bu dünyaya armağan?

Sana iyi yaşam, güzel bir ev, süper bir tatil, harika oyuncaklar ve daha neler neler vadeden düzen bunların karşılığında senden ne ister neler alır ya da götürür? Yıllarca ödemeye çalıştığımız borçların, kredilerin bedelini sağlığımızla öder sonra da iyi olmak için yeniden sağlık sistemine borçlanırız!

Sistemin köleleriyiz hem de en ağırından!

Okuldan yerleşmiş ezber tanım: özgürlük; başka birinin özgürlük alanına kadardır. Başkalarının alanında özgürlük ihlali yapmayacaksın diye anlıyorum bunu! Bir başkasının özgürlük alanına girdiğimi nasıl anlayacağım?

Peki, asıl soru da burada bence: Kim ne kadar özgür? Özgürlüğün sınırları çizilmiş mi? Özgürlüklerin sınırını kim ya da nasıl belirleyecek?

Bilim mi? Kanunlar mı? Din mi? Üçünün en güzel uyumu olan demokrasiyi gerçekten yaşanır kılarsak ama gerçekten… Bugüne kadar hiç tam anlamıyla yaşanmayan demokrasiyi yaşasak herkes için özgürlük olur mu? Yoksa yine bir tarafımız özler mi özgürlüğü? Bunun cevabı bende yok çünkü demokrasinin gerçekten yaşanır olduğu bir ükede yaşamadım. Özlemim bunadır!

Din, bilim ve kanunlar insanı sevmedikten ve korumadıktan sonra anlamları boşalmış gibi geliyor bana . Dinin, bilimin ve kanunların tekelleştirilmesi, kullanılması ise epey canımı sıkıyor yıllardır. Düşünüyorum düşünüyorum… Din siyasetten, sömürüden özgürleşse, bilim sadece bilimsel ilerleme için yapılsa üniversitelerdeki ezici rekabet işbirliğine dönüşse ve kanunlar insan odaklı uygulanır olsa bu dünya nasıl bir yer olur? Din gerçekten YAŞAnır, bilim gerçekten YAPılır ve kanunlar gerçekten UYGULAnır olsa!

İnsan odaklı, insanın değerli olduğu ve bunu hissettiği, bir ülkede ve dünyada yaşamak istiyorum. İNSAN OLma yolculuğunun yaşandığı buna saygı duyulan bir ülke…Özlemim bunadır. İşte benim gerçek hakkım da budur! Bu hakkımı yaşanır kılmak gerçek duamdır.

Özlemle…

Yalancının mumu

Yalancının mumu 150 150 dolunay

‘Yalancı; Allah’a kafa tutan, fakat insanlardan korkan bir serseridir. ‘(Bacon)

Yalan nedir? İnsan neden yalana ihtiyaç duyar? Yalanın beyazı, siyahı var mıdır? Sizin yalanınızın rengi ne?

İnsan yalan söylemeyi nasıl normalleştirir?

Yalan sözlerle insanlara ‘söz büyüsü’ yapan kişinin büyüsü nasıl bozulur?

Bir insan yalana şerbetli ise yani yüzü bile kızarmadan yalan söyleyebiliyorsa bu insanın ruh sağlığı nasıldır? Vicdanı var mıdır?

Tüm bu sorular zihnimde dolanıyordu ki yazmaya karar verdim. Çünkü sorularıma yazarak cevap bulmanın daha kolay olduğunu fark ettiğimden beri yazıyorum. Söz uçar yazı kalır derler! Gerçi artık sözün de hiç yok olmadığı, evrende enerji olarak kaldığı bilimsel olarak ispatlanmış durumda.

Hızlıca cevaplara geçelim:

Bence insanların çoğu, korktuğu için yalan söyler. Gerçeklerle yüzleşmeye, kabule cesaretleri olmadığı için yalana yalanla devam ederler. Çoğu zaman hatalarımızı gizlemek için yalan söyleriz. Bir süre sonra sonra yalanlar dönüşü olmayan yollar haline gelir.

İnsan başkasının yalancılığını kendi yalancılığından bilirmiş! Ne doğru söz, ben hiç yalan söylemem diyen kaç kişi var aranızda? Ufak tefek yalanlar bazen de büyük hayati yalanlar… Hani sordum ya yazının başında sizin yalanınızın rengi ne diye… Beyaz mı, pembe mi, yeşil mi yoksa kapkara mı? Söylenen yalanlar bazen bir kişinin bazen onlarca kişinin hayatını bazen de binlerce kişinin hayatını etkiler. Bir yalanla bazen kaderinizi tersine çevirdiğinizi zannedersiniz bazen iş hayatınızı bazen özel hayatınızı kurtardığınızı bazen kariyerinizi bazen de ülkenizi….Oysaki her yalanının bedeli, vebali vardır. Ve eğer vicdanınız çalışıyorsa, çalışıyorsa diyorum çünkü herkesinki çalışmaz, yalanlarınız size takip eder bir gölge gibi. Rüyalarınızda karşınıza çıkar, korkarsınız uyumaya, uyanıkken takip eder ve başka insanlara güvenemez olursunuz. Çoğunlukla da hasta eder. Panik bozukuluklar, kaygılar, mide hastalıkları ve daha aklınıza ne tür hastalıklar geliyorsa….

‘Doğruyu söylersem bana ne olur diye korkuyorum?’ sorusunun cevabı yalanlara neden ihtiyaç duyulduğunu gösterir. Örneğin, kaybetme korkusu, yalnız kalma korkusu, terkedilme korkusu, gücünü kaybetme korkusu… Hepimizin korkuları var. Bazen büyük bazen küçük. Yalan ne kadar çoksa ve ne kadar normalleştirilmişse kişinin yüzü ne kadar kızarmıyorsa yani yalana şerbetliyse korkunun boyutu o kadar büyüktür ve vicdan artık orada yaşamıyordur.

Yalanı adet haline getirmiş bir kişiyi nasıl anlarsınız ve söz büyüsünü nasıl bozarsınız sorusunun yanıtı ise çok nettir: Onu tanıdığınız süre zarfında söyledikleri tutarlı mı? Bütünün hayrına mı konuşuyor yoksa sadece konuşuyor ve yalanlarını mı örtbas etmeye çalışıyor? Sözlerinde sevgi mi var nefret mi? Duruma göre mi konuşuyor yoksa her koşulda sözleri aynı mı? Olaylar karşısında sorumluluğunu alıp davranışa geçebiliyor mu yoksa hep başkalarını suçlayıp kendi üzerine düşeni es mi geçiyor. Hep başkaları hatalı kendi hep suçsuz mu ? Ve en önemli farketme noktası: Özü, sözü, eylemi BİR mi?

Montaigne’in sözüyle yazıma şimdilik son vermek isterim:

“İnsan olmayı bilen, kitaplar yazmış ya da savaşlar kazanmış ve ülkeler fethetmiş bir kişinin yaptıklarından daha önemli bir şey başarmış demektir. Bunun dışında her şey –hükmetmek, kesemizi doldurmak, mal mülk edinmek- içi boş bir dekordan ibarettir. İnsanın hayatta en önemli eseri, doğru ve düzgün yaşamayı becermiş olmaktır.”

Öz- Söz-Eylem birliğine…

 

Üç heykel

Üç heykel 150 150 dolunay

‘İki komşu ülkenin hükümdarı birbiriyle savaşmaz ama her fırsatta atışırlarmış. Doğum günlerinde, bayramlarda birbirinden ilginç armağanlarla zeka gösterisi yaparlarmış birbirlerine.

Hükümdarlardan birisi bir gün muzip zekalı heykeltıraşını huzuruna çağırmış. Birer karış yüksekliğinde, birbirinin tıpatıp aynısı altından üç insan heykeli yap demiş. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı da sadece ikisi bilecekmiş. Heykelller hazırlanmış ve şu mektupla birlikte diğer krala gönderilmiş:

‘Doğum gününü üç altın insan heykeliyle kutluyorum. Heykeller birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri, diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.’

Hediyeyi alan diğer hükümdar önce heykelleri tarttırmış. Gramına kadar eşitlermiş. Ülkesindeki sanattan anlayan kim varsa çağırtmış. Hepsi de heykelleri incelemiş, incelemiş, incelemiş ama heykellerin arasında hiçbir fark bulamamışlar.

Günler geçmiş ancak koca ülkede heykellerin sırrını çözecek bir akıllı çıkmamış. Bunun üzerine hükümdar, isyankar ve asi bulduğu için zindana attırdığı bir genci çağırmaya karar vermiş. Heykelleri inceleyen genç çok ince bir tel istemiş. Teli birinci heykelin kulağından sokmuş, tel heykelin ağzından çıkmış. İkinci heykelininde kulağından sokmuş, tel bu kez diğer kulağından çıkmış. Üçüncü heykelde tel kulaktan girmiş, ancak bir yerden çıkmamış. Telin sığabileceği incelikte bir kanal kalp hizasına kadar inmiş ve öteye gitmemiş.

Bunu gören Hükümdar heykellerin sırrını, komşu hükümdarın vermek istediği mesajı anlamış ve cevabını yazmış:

“Kulağından gireni ağzından çıkaran insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu anlamlı hediyen için teşekkür ederim.”

Artık özgür olan isyankar gençse hızlı adımlarla saraydan uzaklaşıyor ve zindana girmeden önce söylediği sözleri tekrar ediyormuş: ‘ADALET İÇİN AĞZI, KULAĞI, BEYNİ BİR OLMAYIP DA SÖZÜNÜ SAKINANA YAZIKLAR OLSUN’

Bu masal, en çok hoşuma giden, pek çok mesajı veren masallardan biri bence.

Ben neler anladım bu masaldan:

  1. Bir olaydan ya da durumdan herkes neye ihtiyacı varsa onu anlar ve ders çıkarır.

    2. Adaletli davranmak çok ama çok önemlidir. Gerçek adalet için özün, sözün, eylemin bir olması gerekir.

    3. Vicdanı olmayan ya da vicdanı çalışmayan birinden adalet beklemek doğru olmaz.

    4. Dedikodu yapmak, duyduğu bir şeyi başka yerlere aktarmak ilişkilere ve insanların güvenirliliğine zarar verir.

    5. Başkalarının yaşadıklarından, deneyimlerinden ders almak, duyduğu değerli bilgileri hayatına geçirebilmek önemli bir erdemdir.

    6. Ağzından çıkanı kulağın duysun sözü her yüzyılda geçerliliğini korur.

    7. Ağzından çıkanı kulağı duyan, duyduğunu kalbine gömebilen insan güvenilirdir.

    8. Sıra dışı ve isyankar olmak kötü bir şey değildir. Sorguyan, farklı görüş ve fikirleri olan, olaylara farklı bakış açılarından bakabilmek, ezberlerin dışına çıkabilmek, soru sorabilmek, insan olmanın en büyük zenginliklerindendir.

Sizler de farklı farklı dersler ve mesajlar alabilirsiniz bu masaldan….

Sevgilerimle…

 

Neden?

Neden? 150 150 dolunay

İnsanın doğası, merak, soru sormak, fark etmek, keşfetmek ve dönüşmek üzerine kuruludur. Çocuk, doğduğu dünyayı, kendini, çevresindekileri, doğayı yani her şeyi sorarak keşfeder. Çocukların soru sorması çoğu ebeveynin işini zorlaştırır ve sinirlendirebilir. Ve çocukların sorularına cevap vermeyerek dalga geçerek onları soru sormaz hale getirir. Bazı iflah olmaz, akılllanmaz, inatçı çocuklar aradan fırlar, sorularına devam eder. Bu kez sorularını bazen kendileriyle ilgili bazen yaşadığı ülkeyle ilgili bazen dünyayla ilgili bazen de evrenle ilgili sorarlar.

– Anne ben nasıl oldum?
– Oldun işte kızım leylek getirdi desem inanmazsın ama leylek getirdiJ
– ???

– Baba ben çişimi oturarak yapıyorum, kreşde gördüm Mete ayakta yapıyor neden?
– Erkekler ayakta yapar.
– Neden?
– Ayakta yapar kızım nedeni yok! Amma da meraklısın!
– ???

– Anne ben yatağımda uyuyorum, karıncalar toprakta deliklere giriyor onlar orada mı uyuyor?
– evet kızım
– Peki, kuşlar nerede uyur?
– Ağaçta
– Filler nerede uyur?
– Ne çok soru sordun! Sen oyuncağınla oynasana…
– ????????

Aslında hepimiz soru sorma, kendimizi ve çevremizi keşfetme potansiyeliyle doğuyoruz. Soru sormamızı teşvik eden bir ailede ve çevrede büyüyorsak kendimizi, evreni, sistemi farketmemiz ve keşfetmemiz daha kolay oluyor. Bizim soru sormamızı engelleyen, dogmalara, kalıp bilgilere inanmamızı isteyen, cezalandırıcı bir aile ve kültürde büyüdüğümüzde ise ezberlediği bilgilere inanan, sorgulamayan birazcıkta bağnaz bireyler oluyoruz. ‘Sevgisiz inanç bağnaz yapar’ sözü pek de anlamlı!

Bana sorarsanız İNSAN sonsuz potansiyeli olan bir varlık . Sorular, merak bu potansiyelin açılış anahtarları!

Çocuklar soru sorarak, dokunarak, görerek, işiterek, hayal kurarak dünyayı ve kendi varlıklarını keşfediyorlar. Sorulardan vazgeçtiğimizde, merak etmez olduğumuzda, insan kendi gelişim sürecini durduruyor ve ona ezberletilen hayatı yaşamaya devam ediyor.

Hangi inancınız size ait? Gerçekten sizin kendi kendinize bulduğunuz bir inanç var mı acaba? Hiç merak ettiniz mi bunu? Örneğin; para her şeyi satın alır inancını nereden ve kimden öğrendik? Paranın satın alamadığı hiç kimse yok mudur hayatta? Eğer varsa bu inanç yıkılmaz mı?

Ya da ‘benim resim yeteneğim yoktur’ inancını sana kim öğretti?

Elbette ki birbirimizden etkileniyoruz ve birbirimizi etkiliyoruz, bu çok doğal. Bununla birlikte neden sadece ‘benim dediğime inan, doğru bu, her şeyi ben bilirim sen benim bildiğime inan!’ diye dayatıyoruz birbirimize. Ve NEDEN başka bir insanın inandığını kendi doğrumuzmuş gibi sahip çıkıyoruz?

Ve ‘Peki, senin dediğin senin için doğru olabilir, bu bilgiye birde benim açımdan bakalım’ dediğimizde NEDEN sinirleniyoruz ve tahammül edemiyoruz birbirimize?

Yaradanın hepimizi sevgiyle kabul ettiği bu dünyada NEDEN birbirimizi kabulde bu kadar zorlanıyoruz? Tek doğru benim dediğim de katılaşıyoruz.

Hepimiz birbirimizden bu kadar farklıyken ve İNSAN hiçbir kaba sığmayacak bir varlıkken NEDEN illa ki şekillere ihtiyaç duyuyoruz?

Çocuklarınızın sorduğu sorulara lütfen sevgiyle ve sabırla cevap verin, bırakın onlar hem kendilerini hemde sizleri, bizleri geliştirsinler…

Özü-gür bireyler yetiştirmek için özgürce soru soran çocukları destekleyelim.

Sevgiyle…