dolunay kadıoglu

Evlilik oyunu

Evlilik oyunu 150 150 dolunay

Mayıs ayıyla başlayan ve Eylül’e kadar devam eden döneme ülkemizde ‘Düğün Sezonu’ denir. Düğün sezonu açıldığında ne mi olur bu ülkede ?

Evlenen sayısı çığ gibi artar. Kapitalist sistemde yüzü gülmeyen kalmaz: Gelinlik, damatlık satan yerler, mobilya ve beyaz eşya sektörü, perdeciler, halıcılar, kap-kaçak sektörü, ev sahipleri, kuyumcular, matbaalar, çiçekçiler, çalgıcılar, oteller, düğün salonları, havai fişek sektörü, içecek sektörü… Sizin anlayacağınız ülkede kazanmayan, yüzü gülmeyen sektör kalmaz. Bir an düşündüm de bu ülkede eğer düğün sezonu bir dönem açılmazsa pek çok sektör iflas bayrağını çeker, hatta ülkede ekonomi çöker.

Evlenenen tüm kardeşlerimizinden Allah razı olsun, ülke ekonomisine verdikleri katkı nedeniyle vatan onlardan minnettar. Ve evlenmeyen ülke vatandaşları, ülkeye verdiğiniz zararın umarım farkındasınızdır. Lütfen aklınızı başınıza alınız. 30’una gelmiş ve hala evlenmeyenler, “Evlenip de ne yapacağım ki, hayat böyle çok güzel ve özgür, tüm bekarlar benim” diyenler lütfen kendinize geliniz. Ülke ekonomisine vediğiniz zarar akıllara zarar!

Şaka bir tarafa evlilik dediğimiz kurum aslında kendi kendine bile çok büyük bir Devlet! Kendi yönetim şekli ve kuralları olan, bütçesi olan bir kurum. Çocukluktan itibaren evlilik kurumu için hazırlanıyoruz. Daha çok kız çocukları bu kurum için yetiştiriliyor. Bebekler en kıymetli oyuncaklarımız, gelin bebeklerimizle oynarken büyüyünce evlenirken giyeceğimiz gelinliği hayal ediyoruz. Evleneceğiz, yuvamız olacak, her şey çok güzel olacak. Erkek çocukların bu tip hayalleri yok, onların ihtiyaçları da yok böyle hayallere… Nasıl olsa yaparlar. Onlar her şeyin en iyisini yaparlar!

Yalnız eksik olan bir şey var galiba; kimse bizi bu kendi içinde küçük bir devlet olan evliliğin yönetim şekli, iletişim yöntemleri, bütçe kontrolü, sorunlar karşısında çözüm yolları konularında bilgilendirmiyor. Çoğunlukla evlendikten sonraki ilk iki yıl içinde kaş göz yara yara, el yordamıyla bir şeyler öğreniliyor. Yönetim kavgalarından, senin ailen- benim ailem kavgalarından, senin çocuğun- benim çocuğum kavgalarından senin paran- benim param tartışmalarından SEVGİsi güçlü olan çiftler ayakta kalıyor. Diğer çiftlerin bir kısmı -e rağmen, diğer bir kısmı çocuklar var diyerek “iskelet evlilikler” haline geliyor. Tabii ilk yıllardaki sarsıntılara dayanamayıp yıkılan evliliklerin sayısı azımsanmayacak boyutlarda! Ya da 30 yıllık evliliğin üzerine boşananların sayısı da bizleri bile şaşırtacak kadar fazla!

Peki, devam edenler ve kendi devletlerini kuranların ve ömür boyu devam ettirenlerin sırrı nerede? Dinlediğim evlilik öykülerinden, okuduğum kitaplardan ve araştırmalardan ve kendi evliliğimden farkettiğim İNCİ‘ler şunlar;

* Evlilik, BEN’den BİZE giden bir yolculuktur. BİZ diyebilen çiftler geçekten çift olur. Bunu yürekten diyebilmek bazen bir yıl bazen bir ömür sürer!

* Evlilik, Tanrı’nın biz insancıklara sabırı öğretmek için hazırladığı bir oyundur. İnsancıkların evlilik oyunu yoluyla tekamülleri hızlanır. Ömürlük evliliklerde çiftler “Hayatta birlikte büyüyoruz, birlikte olayları (varlığı-yokluğu, sağlığı- hastalığı, iyi günü-kötü günü) deneyimliyoruz derler ve yaşadıkları her deneyimin onlara ne kazandırdığını farkederler.

* Emek vermek, özenmek, karşıdaki bireyin varlığına saygı duymak… Evlilik kurumunda vazgeçilmez üçlüdür.

* “Sen bilirsin” bu kurumda çok kapıları açar. “Banane” çok kapıları kapar!
ñ Evlendikten sonra ‘aile’ demek “ben, sen ve eğer varsa çocuklarımız”dır (yani çekirdek aile) “senin ailen”, “benim ailem” kavramları çoğunlukla kavga nedenidir.

*Sevgi, neşe ve mizah bu kurumun benzinidir.

* Zor günlerde bile; “mutlaka bir çözüm vardır” inancı çiftleri güçlendirir.

Duyduk duymadık demeyin, ülkemizde evlilik sezonu çoktan açıldı. Evlilik oyuna katılmayan ve ülke ekonomisine katkıda bulunmayan tüm çiftlere duyrulur. Bu oyun keyifli, heyecanlı ve ateşli… Rekebet , hırs ve entrikalar oyunun vazgeçilmezlerinden, AŞK bu oyunda kör nokta… Oyundaki ödülü soracak olursanız; herkesin ödülü kendine özel, kendi ödülünüzün ne olduğunu öğrenmek için, risk almalısınız ve oyuna katılamalısınz!

Hadi hayırlısı…

Sosyal canavağlar

Sosyal canavağlar 150 150 dolunay

Bugün çok sosyalleştim. Beş saat “face” de dolaştım. Arkadaşlarımla yazıştım, yaptıklarına baktım, fotoğraflarını inceledim, kendi en güzel ve sanatsal fotoğraflarımı ekledim. Çok yoruldum çok…

“Vay be” dedim kendi kendime, insanlar ne güzel hayatlar yaşıyor, dünyayı geziyorlar, çok başarılı oluyorlar, çok güzel çocuklar doğuruyorlar, TV programlarına katılıyorlar, bazı ilkokul arkadaşlarım ünlü olmuş, bazıları yazar, her hafta sonu dışarıdalar, partiler, gece gezmeleri, kutlamalar…

Bir tek ben miyim mutsuz, bir tek ben miyim doğru dürüst başarılı olamayan, bir ben miyim sap gibi tek başına, hepsi ya evlenmiş ya nişanlı ya da bir sevgili yapmış…. Bu işte bir gariplik var sanki bu face’de herkes mutlu, herkes zengin, herkes artıda… Ben de en iyisi geçen yaz tatilinden bir resim koyayım belki birileri yorum yapar da ortam şenlenir, beni ‘beğen’meyeni ben de beğenmemeliyim , hep unutuyorum beğeniveriyorum yaaa … sonra da ‘twitter’a takılmam ve birazcık felsefe yapmam lazım, uff ya bugün çok sosyal oldum, çok kafa patlattım yine….”

Birazcık abarttım mı bilmiyorum ama bugün bir danışanımın “Bu face de herkes mutlu herkes zengin bir ben mutsuz” demesi üzerine ve yine bugün sosyal ağlarla ilgili yapılan bir araştırmanın sonuçlarını gazetede okuduktan sonra “face’in twitter’in sosyalleşmemiz ya da soyalleşemememiz üzerine etkisine değinmek istedim kısacık.

Bugün okuduğum gazete haberi İngiltere’de gerçekleştirilen bir araştırma sonuçlarını aktarıyordu. Çarpıçı ve düşündürücü bulgular vardı sonuçlar arasında, örneğin;

* Araştırmaya katılanların %55’i facebook ya da twitter hesaplarına erişmekte sıkıntı yaşadıklarında endişe duyguklarını,

* %60’ı rahatlayabilmek için sahip oldukları tüm elektronik aletleri kapatma ihtiyacı duyduklarını belirtmişler.

* %53’ü sosyal ağların davranış değişikliğine neden olduğunu belirtmiş, bunların yarısı da sosyal ağlara bağımlılığın hayatlarını olumsuz etkilediğini söylemiş.

* Araştıma, bireylerin yıllar sonra buldukları arkadaşlarının başarılarıyla kendi başarılarını kıyaslamaktan kendilerini alıkoymadıklarını ve eğer arkadaşları daha büyük başarıya sahipse ciddi öz güven kaybı yaşadıklarını tespit etmiş.

* Araştırmaya katılanların 3’te biri sosyal alanda tepkilerini ortaya koyduktan sonra ilişkilerinde ve çalışma hayatlarında zorluk yaşadıklarını belirtmişler.

* Katılımcıların üçte ikisi internette 2-3 saat geçirdikten sonra rahatlamakta ve uykuya dalmakta zorlandıklarını belirtmişler.

Bu araştırmanın ortaya koyduğu sonucu araştırmayı yürüten Dr.Linda Blair şöyle özetliyor; “İnsanların teknolojiyi kontrol etmesi gerekirken, teknoloji insanları kontrol ediyor. Tüm elektronik cihazları kapatmak bizim elimizde ama çoğumuz bunu nasıl yaptığımızı bile unutmuş durumdayız.”

Yani sözün özü; kullandığı elektronik cihazın esiri olan bireyler oluyoruz. İnsanlar teknolojiyi kontrol ettiğini zannederken, teknoloji hızla insanları kontrolü altına alıyor ve olaylar karşısında tepki vermeyen, bilgisayarın karşısından kalkamayan ya da telefonundan uzaklaşamayan, onunla yatıp kalkan bireyler haline geliyoruz.

Ruh sağlığı alanında yeni çalışma alanları açılıyor. Bu konu nedeniyle kaygı bozukluğu, öz güven sorunun yaşayan bireylere yönelik psikolojik destek çalışmaları…

Yaşam hızla akıp giderken ve bizler yaşamla birlikte, onu hissederek, duyarak, görerek akmak varken teknolojiye akmayı tercih ediyoruz.

Teknolojiyi “İNSAN” yararına kullanalım, insana yakışan tüm değerlerle birlikte… Paylaşım, hoşgörü, tevazu, sevgi, neşe, gelişim, dönüşüm, yardımseverlik, şefkat, merhamet, adalet, saygı…

Teknolojiyi, sosyal canavağları insan yararına kullanalım lütfen, örneğin, bu yazıyı face’de paylaşalım, daha çok insan okusun diye, bu yazıyı face’de paylaşırken ve okurken bile sevdiklerinin, kendinin zamanından çalıdığını daha çok insan farketsin, farketsinler bu canavAĞlar tarafından yayılan çoğu ÇÖPLÜK ve çalıntı bilgi, duygu tarafından yönetildiğimizi….

Haydi şimdi bu yazıyı beğenin ve bilgisarınızı kapatıp en yakınızdaki insanın gözlerine bakın ve insan olduğunuzu hatırlayın, gerçek, canlı öyküler yaşamak için haydi hayatın içine bir adım atın….

Sevgiyle….

Pazarlıklı yaşamak

Pazarlıklı yaşamak 150 150 dolunay

Hayatla pazarlığım var, hesabım var bitmeyen, hep pazarlık yapıyorum kafamda. Çok çalışacağım, o da bana çok güzel imkanlar, maddi kazançlar verecek. Çok iyi koşullarda yaşarsam eğer “Hayatın beni sevdiğini anlayabilirim” diyeceğim, anne-babası olmayan bir çocuk için paranın anlamsızlığını unutarak ya da sevginin parayla satılamadığını fark etmeden!

İnsanlara iyilik yapacağım, onlar da bana yapacak ve tanrı beni ödüllendirecek, iyi bir insan olduğum için! “İyi iş, iyi eş, iyi evlatlar, iyi olanaklar verecek” diyeceğim, tanrının adaletinin bizim algılayabildiğimizden farklı olduğunu bilmeden.

Ben kimsenin arkasından konuşmayacağım ki onlar da benim arkamdan konuşmasın!Konuşanı duyunca da çok kızacağım, “Ben kimsenin arkasından konuşmuyorum, onlar niye konuşuyor?” diyeceğim. “Elin ağzı torba değil ki büzesin” sözünü unutarak, ben de konuşacağım onların arkasından, “Sustum da ne oldu!” diyerek.

Bu gün kaç kişiye yardım ettiğimi hesaplayacağım. Çok iyi ve yardımsever, melek gibi bir insan olduğumu düşüneceğim, bunun karşılığında hayatın bana neler neler vermesini isteyeceğim. Dedikodularımı ya da dedikodu yapmasam bile zihnimden geçen olumsuz düşünceleri ve diyalogları unutarak.

Ben eşim için çocuklarım için pek çok şey yapıyorum, kendimi feda ediyorum. “Onlar neden benim için hoşuma giden şeyleri yapmıyorlar, neden bana benim onlara davrandığım gibi davranmıyorlar, beni neden sevmiyorlar?” diyeceğim, kendini sevmeyene, kendine değer vermeyene, çocuğu bile olsa değer vermeyeceğini unutarak.

“İyilik yap iyilik bul, kötülük yap kötülük bul” diyeceğim ama ardından hemen “Bu dünyada iyilere yer yok, hep kötüler kazanıyor” diyeceğim kendimdeki çelişkiyi fark etmeden.

Çocuğuma “Beni seviyorsan ve seni sevmemi istiyorsan sınavda yüksek en yüksek notu alırsın” diyeceğim, kendi annemin babamın bana bunu yaptığında ne kadar üzüldüğümü unutarak.

Kendime “10 kilo verirsem kendimi seveceğim” diyeceğim, geçen yıllarda da zayıfladığımda kendimi sevmediğimi, zarar vermeye devam ettiğimi unutarak.

İnsanlar bana neden yalan söylüyor diye çok kızacağım hayata, insanlara, kendi yalancılıklarımı unutarak.

Koşullarım, kurallarım, dayatmalarım olacak hayata, hep pazarlık yapacağım onunla. “Bana şunu verirsen şunu yaparım” ya da Allah’la pazarlığa gireceğim “Çok dua ettim bana şunu ver” diyeceğim. İsteyip duracağım. İstediğim, talep ettiğim zamanda olmadığında duayı da keseceğim, kızacağım, “Dua ettim vermedin, ben de dua etmeyeceğim artık” diyeceğim. Kendimin gerçekten ne istediğini, benim için en iyinin ne olduğunu bilmeden.

Kaç yaşına gelirsem geleyim bazen 5 yaşındaki çocuk gibi davranacağım, isteklerim olmadığı zaman, sabredemediğimde köpüreceğim kendime, çevreme ve yukarıdakine. İnsan olduğumu unutarak, insanın İNSAN olmaya dair pek çok erdemi deneyimlemeye geldiğini unutarak. Hırsımın, “EGO”mun tuzaklarına düşerek. Huzuru alacağım eşyalarda ya da mevkilerde sanarak, hayatla pazarlık etmeye devam edeceğim.

Hoşgörüyü, sevgiyi, affetmeyi, koşulsuz vermeyi ve almayı öğreninceye kadar, koşullar dünyasında koşulsuzluğun, karşılıksızlığın kudretini görünceye kadar, koşullarla seveceğim ve yaşayacağım.

Peki, neyi, nasıl fark edersem, deneyimlersem koşulları bırakıp, koşulsuzluğun özgürlüğünü, bütünlüğü yaşayacağım?

Benim cevabım; hayatla, kendimle barışarak, kendimi severek, fark ederek, değiştirerek, dönüştürerek, İNSAN olmayı deneyimleyerek…

Sizlerin de cevapları vardır mutlaka…

Paylaşmak isteyenler varsa yazsın lütfen…

Her zamanki gibi,

Sevgiyle…

İyi tatiller

İyi tatiller 150 150 dolunay

Çocukluğumda okulların kapanmasının içimde yarattığı heyecanı her okullar kapanışında yeniden hatırlarım sanki… Saat çalmadan uyanmanın, yatakta keyif yapmanın, istediğim kıyafetleri giymenin, dilediğimde kitap okumanın ve akşam ezanına kadar dışarıda oynamanın keyfi bir başkaydı.

Zamane çocukları benden daha mı şanslı yoksa daha mı şanssız bilemiyorum ama bildiğim bir şey var ki benim çocukluğumun tatilleri pek güzel ve özgürdü! Galiba yaşadığımız ve içinden geçtiğimiz zaman/dönem bunu gerektiriyor ki evebeyler artık daha kontrolcü, kuralcı ve disiplinli. Aslına bakarsanız “zaman kötü” hikayesini çocukluğumundan ben de hatırlıyorum. Kirlenme ve kötüleşme hızını arttıran zaman mı yoksa insan mı yoksa zamane insanı mı?

“Eskiden” ya da ”bizim zamanımızda” ile başlayan cümleleri pek “tasvip etmemekle!” birlikte yine de bu kez kullanacağım; bizim zamanımızda karneye pek önem verilmezdi. Aileler çocuklarının sınıf içindeki başarısını, notlarını, sınıfta en çalışkan kim, kimin çocuğu kimin çocuğundan daha iyi notlar alıyor… gibi konuları bilmezlerdi bile…

Çocukların arasında kavga çıktığında “Çocuktur bu olur, çocuktur unuturlar”denirdi… Gerçektenden kavga bile etsek kısa süre sonra barışır hiçbir şey olmamış gibi devam ederdik. Ailelerimiz de bizim yüzümüzden küçüçük olaylardan dolayı birbirlerini kırmamış olurlardı…

Doğada, sokaklarda çok zaman geçirdiğimizden olsa gerek, dizlerimizdeki, kollarımızdaki yaralar hiç kapanmazdı yine de şikayet etmezdik. Oyuncaklarımızı doğadaki malzemelerden (çamur, ağaç, taşlar, bazen çöpler) yapardık. İşte bu yüzden annelerimizden çok azarlar, bağırmalar işitirdik. Yine de oynamaya devam ederdik geç saatlere kadar.

Ahhh o günler… diyelim ve bugünlere dönelim.

Okullar her haziran ayında olduğu gibi yine tatile girdi. Öğrencilerle birlikte velileri de karne heyecanı sardı. Karne notu yüksek olan öğrenciler ve velileri sevinirken düşük not alan öğrenciler buruk bir sevinçle tatile başlıyorlar. Düşük karne notu alan öğrencilerin velilerinin çocuklarına yaklaşımı onların derslerden tamamen soğumalarına bile neden olabilir. Aşağılayıcı tavır ve davranışlar, kızmak ya da hiç ilgilenmemek çocuk üzerinde olumsuz etkiye neden olur. Çocuğun öz değer algısı, başarıya verdiği anlam velilerin çocuklarına yaklaşım modeliyle şekillenir. Eğer çocuğunuzun karne notu düşükse bunda velilerin yıl içindeki davranışlarının da payı büyüktür. Çocuk eğitiminde çok söylenen şey “Ne ekerseniz onu biçersiniz!”dir. Yani çocuklarınıza davranışlarınızın ve yaklaşımlarınızın sonuçlarını çocuklarınızın üzerinde görürsünüz!

Çocuğunuzun karne notu düşükse bu sonuçdaki sorumluluğunuzu kabul edin ve çocuğunuzu koşulsuz sevdiğinizi hatırlayın. Onunla birlikte notlarını düzeltmek için neler yapabileceğinizi sakince konuşun. Eğer kendi hayatınızda da düşük notlar ya da karneler varsa kendinizden örnek verin ve nasıl düzelttiğinizi ya da düzeltemediğinizi anlatın. Kendi çocukluğunuzda ailenizin size nasıl davranmasını isterdiniz, hangi davranışlar hoşunuza giderdi hangileri sizde hiç işe yaramazdı? Bunları hatırlayın.

Karne sadece derslere verilen notlar değildir. Çocuğunuza verdiğiniz değere, sevgiye de verilen notlardır. “Düşük not alırsan seni sevmem ya da komşunun çocuğu senden daha iyi karne getirmiş, sen ne kadar tembel ve düşüncesizsin”… gibi davranışlar çocuğunuz üzerinde olumsuz etkiye neden olur. Onu sevdiğinizi her fırsatta söyleyin. Onu dinleyin ve anlamaya çalışın.

Yaz tatilinin amacının tatil olduğunu, çocukların arkadaşlarıyla oynamasının, spor yapmasının, keyifli ve eğlenceli zaman geçirmelerinin onların zihinsel, bedensel ve duygusal gelişim sürecinde çok önemli olduğunu hatırlayın. Yaz tatilinde verilen ödevleri yapmaları konusunda onları çok zorlamadan, esnek planlarla günlük ya da haftalık zaman dilimleri halinde bunların yapılmasına destek olun. Yazın bol bol kitap okumaları, ilgi duydukları sosyal etkinliklere ya da hobilere yönlenmelerine yardım edin. Hobiler kişinin kendini keşfetmesine ve tanımasına destek olur. Bir yıl boyunca çocuğunuza yeterince zaman ayıramadıysanız birlikte bol bol kaliteli zaman geçirin.

Unutmayın ki bir çocuğunun en çok ihtiyacı ailesini birarada görmek, birlikte eğlenmek, sohbet etmek ve hep birlikte keyifli zaman geçirmektir.

Tüm çocuklara, ailelere ve hep çocuk olanlara iyi tatiller…

İş yaşamı ve stres

İş yaşamı ve stres 150 150 dolunay

Keşke bundan yirmi beş yıl önce bir bana yaşamımdaki kalıcı anlamın profesyonel hayatımdaki başarı değil, çocuklarımın değerini şekillendirmek olduğunu söylemiş olsaydı. Haham Harold Kushner

İşkolikseniz ve iş yerinize çok önem veriyorsanız yaşamınızın neredeyse çoğu iş yerinde geçiyor demektir. Çalıştığımız işe bağlı olarak da iş yerinin haricinde bile işle ilgili bir şeyler düşünüyor ya da yapıyorsunuzdur yani iş yerinde olmasanız bile çalışmaya devam ediyorsunuzdur. Bu durum kendinize ve ailenize yeterince zaman ayramıyorsunuz anlamına gelebilir. Tüm hayatımız sadece iş hayatı oluyor ve biz fark etmeden kendimizi kaptırıyoruz… Bu süreç günlerce, aylarca, yıllarca ve en acısı da ömür boyu devam edebiliyor. İş yerinde yaşanan stres ise tüm bunların üzerine tuz biber oluyor gibi… Pek çok hastalığın altında da bu stres yatar.

İş yerindeki stres kaynakları çoğunlukla aşağıdaki durumlardan kaynaklanmaktadır;

Bireyin rolleri konusunda yeterli bilgisinin olmaması durumunda rol belirsizliği görülür. Eğer işin amaçları kapsamı çalışana düşen sorumluluklar yeterince tanımlanmamışsa, bir diğer ifade ile birey ne yapacağını bilemiyorsa stres kaçınılmazdır. İş yerinde amirlerle geçimsizlik ve çalışanlar arasındaki sorunlu ilişkiler, bireylerin uyumsuzluğu, amirlerle, meslektaşlarla çatışma ya da tartışma, en basit işlerde bile gerginlik yaratır. Çözümü en zor olan da bu sorundur.

İş hayatında en önemli stres kaynaklarından biri de “dedikodu”dur. DEDİ-KODU bir ortamda konuşulan bir konunun denilen şeylerin üzerine eklenerek, artırılarak ve çoğu zaman değiştirilerek başka ortamlara ve kişilere iletilmesidir. Çalışanların verimliliğini azaltır, kişilerarası ilişkiyi çıkmazlara sokar ve stresi arttırır. Bir olayla ilgili varsayımlarla, kurgularla konuşma sürecidir… İş yerinde yaşanan stresin en önemli nedenlerindendir.

Örgütteki, kurumdaki yönetim şeklide stres üzerinde etkilidir.

Yoğun ve aşırı iş yükü stresi doğrudan tetikler. Bir çalışandan yapabileceğinden fazla iş istemek ya da kapasitesinin altında çalıştırmak iş yerinde stres oluşturur.

Vardiya düzeninde çalışmak başka bir stres faktörüdür. Bu çalışma biçiminde çalışanın sosyal hayatı aile hayatı olumsuz etkilenir ve kişi kontrol edemediği bir stres yaşar.

Zaman en büyük stres kaynağıdır. Zaman yetersizliği, işleri yetiştirememek ya da işlerden özel hayata zaman kalmaması büyük bir stres kaynağıdır.

Çalıştığınız mekanın fiziki koşulları yani çalıştığınız ortamın ışık alıp almadığı, kişi sayısı, gürültü, ısı, masaların yapısı fiziksel sağlığınız ve ruh sağlığınızı olumlu ya da olumsuz yönde etkiler.

Çalıştığınız kurumda kariyer yapamıyorsanız engeller varsa kişi hedef koyamadığı için yeterli doyum yaşamaz ve kuruma aidiyat duygusu azalır.

Çalışma hayatında ortaya çıkan stres faktörlerini daha da genelleştirmek mümkündür. Gelir yetersizliği, sınırlı gelişme imkânları, ayrımcılık, mobing gibi durumları da göz ardı etmemek gereklidir. Özellikle mobing çalışanın ruh sağlığını çok olumsuz etkiler ve derin izler bırakır.

İş yaşamındaki stres kaynaklarının uzun süre devam etmesi durumunda iş yerinde verimsizlik, üretimde düşüş, iş gücü kaybı ve işten ayrılma gözlemlenir. Çalışanlar işe devam etmek istemezler, devamsızlık yaparlar, sık hastalanırlar ve mutsuzluk hat safhadadır. Kişilerde fiziksel görülen belirtiler ise saymakla bitmez aslında; işten kaçınma davranışı, alkol kullanımı, ilaç bağımlılığı, saldırganlık, uyku sorunları, yeme bozuklukları, kilo kaybı ya da artışı, saç dökülmesi, adet düzensizlikleri, kaygı bozukluğu….. ilk aklıma gelenler.

İş yerinde stresi yok etmek pek mümkün değil ama azaltmak, kontrol etmek mümkün. Dilerseniz neler yapabileciğimiz haftaya aktarmaya çalışayım…

Hepimize kolay gelsin…

 

İlk gece korkusu

İlk gece korkusu 150 150 dolunay

İlk gece korkusu özellikle bizim ülkemizde yeni evlenecek çiftlerin kafalarını uzunca bir süre meşgul eder. Evlendiğimiz kişi aşık olduğumuz biri bile olsa ilk kez yaşanacak cinsel ilişki hafif kaygı ve korku oluşturur. Bunun nedenleri arasında ise hiç bilmemek, deneyimlememiş olmak, çevrenin bu konuya yaklaşımı, yanlış bilgilendirmesi, abartılı bilgiler sayılabilir.

İlk geceyle ilgili pek çok mit (yanlış bilgi ve inanç) vardır. Bunlardan en çok “kanama olacak” ve “acıyacak” miti kafaları kurcalar ve korkunun oluşmasına neden olur. İlk geceyle ilgili duyduğumuz öyküler, arkadaşlarımızın anlattıkları ya da yakınlarımızın evlenmeden önce bize söyledikleri kaygıların oluşmasına etken oluşturabilir. Ya da “her şey değişecek” gibi abartılı sonuç beklentileri çok gereksizdir.

İlk geceyle ilgili yaşanan olumsuz deneyimlerin altında; yanlış bilgiler, cinsellikle ilgili bir eğitimin alınmamış olması, karşılıklı cinsel iletişim ile ilgili eksiklik, cinsiyetçi yetiştirilme gibi nedenlerin varlığı bilinir.

İlk deneyimde iki taraf da heyecanlıdır aslında, çünkü onlara göre ortada halletmeleri gereken bir görev vardır. ‘Bekareti almak, kızlığı bozmak, işi halletmek’ tüm bu tanımlar bile gerginlik yaratabilir.

Yetersiz bir ön sevişme ile ereksiyon gerçekleştikten sonra ilişki denenir. Kadının cinsel organının ıslanmadığı fakat vajina kaslarının rahat olduğu durumlarda ilişki gerçekleşir ancak kadının canı acıyabilir, belki kan gelir. Oysaki cinselliğin doğasında kan ve acı yoktur. Cinselliğin doğasına aykırı davranıldığında ise istenmeyen sonuçlar olabilir. Bunların yaşanmasına cinsel bilgi, tutum ve davranış eksikliği, fiziksel ve duygusal hazırlıkların yeterince yapılmaması durumu neden olur.

Eğer ilk cinsel birleşmede, iki taraf da rahatsa, iyi bir ön sevişme yapılıyorsa, ıslanma varsa, pelvik kaslar rahatsa, sakince giriş gerçekleştiriliyorsa kanamaya pek rastlanmaz, bazen birazcık kahverengi ya da pembe lekelenme görülebilir. Cinsellik karşılıklı sevgi, hoşgörü ve her iki tarafın da isteklerini düşünerek yaşandığında-organik herhangi bir şey yoksa- acı hissetmek söz konusu bile değildir.

İlk kez yaşanacak cinsel ilişkide kaygı düzeyini kontrol etmek önemlidir. İlk geceye gereğinden çok önem vermek, abartmak ve endişelenmek olumsuz sonuçlara neden olabilir. Örneğin; kadınlarda vajinismus, ağrılı cinsel ilişki, erkeklerde ereksiyon sorunları gibi.

Her iki taraf içinde önemli olan ilk birliktelik, karşılıklı, sevgi ve hoşgörüyle rahatça yaşanabilir. İletişimi doğru kurmak, kendimizi karşı taraf doğru ifade edebilmek ve dinleyebilmek, kaygılarımızı, meraklarımızı paylaşabilmek, birbirimizi keşfederken sabırlı ve sakin olmak bu süreçte çiftlere yardımcı olur.

İlk gece korkusunu ortadan kaldırmak için evlenmeden önce ilk geceyle ilgili bilimsel destek alabileceğiniz uzmanlara başvurmanız ve bilimsel kaynaklardan bilgi almak yararlı olacaktır. Abartılı ve yanlış bilgi bizi tedirgin ederken doğru bilgi bizi rahatlatır.

 

Dünya evi

Dünya evi 150 150 dolunay

Havalar yavaş yavaş ısınıp mevsim yaza geçerken, sokaklardan gelen düğün dernek sesleri, davullar ve zurnalar, şarkı-türkü sesleri, gelen davetiyelerdeki artış, evlilik sezonunun açılışının müjdeleyicisi gibi! Yaşasın bu yılda bu günleri gördük, her hafta sonu düğün dernek gezmelerimiz başlıyor artık… Onbinlerce insan daha güle oynaya “dünya evine” giriyor…

“Dünya evi” evlilik anlamına gelen hep kullandığımız bir tanım… Kulağımda yankılanıyor…Dünya Evi… Bu konuyla ilgili konuşulan geyikleri hatırlıyorum…

”Bir evlenen bir de evlenmeyen pişman”
“Dünya evine gir de gör bakalım neler oluyor”
“Dünya evine girmeden olmaz”

Bu “dünya evi” herkesi çekiyor anladığım kadarıyla… Evlilikle ilgili duyduğumuz tüm olumsuz sözlere, bilgilere, duyumlara rağmen, mutlu çift yokturlara rağmen, “biz farklı olacağız, mutlu olacağız” diyerek giriyoruz, içeride ne olduğunu bilmediğimiz kapıdan…

Ülkemizde evlenen çiftlerin yarısından fazlası boşanıyorsa, evli olan çiftler eşlerinden çoğunlukla şikayet ediyorsa, aldatma oranları fazlaysa ve kabul görüyorsa, evlenip de mutlu olan yok diyorsak neden evleniyoruz? Aklımızı yitirmiş olmalıyız. Aşk gelince akıl gidiyor mu? Bunlarla birlikte başka nedenleri de olmalı bu toplumsal çılgınlığın…

Çocukluktan itiberen bilinçaltımıza ekilen inanç tohumlarının etkisi büyük diye düşünüyorum… “Büyü sen de gelin olacaksın” “Sen de bir gün anne olacaksın” “Çocuğun olunca/evlenince anlarsın” “Evlenmeden olmaz, mutlaka evlenmelisin”… Nedense tüm bu cümleleri kız çocukları daha çok duyar, evliliğe erkeklerden çok daha önce hazır olurlar ve bir erkek beklemeye başlarlar kendilerine evlenme teklifi yapacak… Erkeklerse bu cümlelerden hemen hemen hiç nasiplerini almadıkları için olsa gerek çoğunlukla evlenmeye zor karar veriler, hatta kaçarlar… Tabii ki kırsalda zorla ya da gelenek diye evlendirilen gençleri- çocukları bunların dışında bırakıyorum…

Sözüm annelere ve babalara! Lütfen erkek çocuklarınıza da şunun gibi söz büyülerini de yapınız;

“Bir gün evleneceksin, evinde sorumlulukların olacak, evini, eşini, çocuklarını sevecek ve koruyacaksın.”

“Evlendiğinde eşine sadık kalacaksın.”

“Sen de bir gün evleneceksin, çocukların olacak, yani baba olacaksın, baba olmak süper bir olay mutlaka baba olmalısın.”

“Eşine asla el kaldırmayacak onu hep koruyacaksın”

“Eşinle zor günleriniz olursa birlikte elele verip aşacaksınız, birbirinize destek olacaksınız,”

Kulağıma çok hoş geldi. Hayal ettim de bunlar olduğu zaman dünya tersine döner…

Çocuklar her zaman öğrenmeye açıktır. Büyüklerini taklit ederek yeni davranış modelleri öğrenirler. Büyüklerinden duydukları sözler, cümleler, bir gün gelir davranışları olur. Bu nedenle kız ve erkek çocuklara evlilikle ilgili, çocuk yetiştirmekle ilgili olumlu konuşulmalı, pozitif yaklaşımlar öğretilmelidir. Kendilerini korumayı, hayır demeyi, evet demeyi, soru sormayı, kendine değer vermeyi ve sevmeyi ailede öğrenir çocuklar… Ailelerde yaşanan sorunların kökeni buralara kadar gider.

Davranışlarının karşı taraf üzerindeki etkisini, sonuçlarının neler olduğunu çok az birey farkeder . Eğer bu davranış olumlu değilse, sorgulayarak yeni ve etkili davranış modelllerini araştırarak değiştirebilir. İsterse, sorgularsa,çalışırsa her birey değişebilir yaşı ne olursa olsun… Çocukken öğrendiğimiz aile içi iletişim modeli hoşumuza gitmiyorsa, evllikte iletişim sorunları yaşıyorsak; kendimize ve eşimize sorabiliriz, “Nasıl davranırsam, konuşursam senin hoşuna gider?” …Eğer tek başınıza yapamıyorsanız bir uzmandan destek alabilirsiniz.

İnsanlar sorguladıkça yeni kapılar açılır ve değişim kaçınılmaz olur.

Yeni evlilik sezonu vatana millete hayırlı olsun. Dünya evine yeni giren ve girecek olan tüm çiftlere son söz; bu ev gördüğünüz ve görebileceğiniz en iyi okullardandır. Yaşadığınız sorunlardan dersler çıkarttıkça, sorunları çözerken farklı bakış açılarından bakmayı denedikçe, gülme fırsatlarını değerlendirdikçe ve hoşgörü ve sevgide çömert oldukça ömür boyu sürer….

Bir yastıkta kocamanız dileğimle…

 

Cinselliğin düşmanları

Cinselliğin düşmanları 150 150 dolunay

Cinsel yaşamla ilgili sorunların giderek çoğaldığı ve daha da artacağı dönemlerdeyiz.“Vajinismus, orgazm sorunları, erken boşalma, ereksiyon sorunları, cinsel isteksizlik, infertilite” gibi sorunlar, günümüz dünyasında çığ gibi artmakta…

Her çift hayatının herhangi bir döneminde en az bir cinsel işlev bozukluğu sorunu yaşamakta, vajinismus sorunu yeni evli çiftlerde en az yüzde 30’larda yaşanmakta, orgazm sorunu yaşayan kadınlar nerdeyse yüzde 50’lerde, erkeklerde erken boşalma sorunu yüzde 40’larda, her yüz çiftin yaklaşık yüzde 35’i çocuk sahibi olmakta zorluk çekiyor…

Bu artışın fiziksel, ruhsal nedenleriyle birlikte, cinsel eğitimin eksikliğiyle, toplumsal sorunlarla ve daha pek çok şeyle ilgisi var. Bunlara “Cinsel yaşam düşmanları” dersek ve sırayla saymaya başlarsak;

Obezite, yüksek kan şekeri, tip 1 ve 2 şeker hastalığı, yüksek LDL (kötü) kolesterol, düşük HDL (iyi) kolesterol, yanlış ilaç kullanımı, psikiyatrik ilaçlar, dengesiz ve sağlıksız beslenme tarzı, hareketsiz bir yaşam, aşırı gergin, sinirli, endişeli ruh hali, kaygı bozuklukları, stres, depresyon, psikiyatrik sorunlar, sigara, alkol, uyuşturucu ve doping ilaçlar, hormonal dengesizlik, yetersiz cinsel eğitim, yanlış cinsel deneyimler, korkular, iletişim sorunları, aile sorunları, şiddet… Liste uzar gider.

Peki neler yapmalı, sorunları en aza nasıl indirmeli?

– Yaşanan pek çok cinsel sorunun altında cinsel bilgi azlığı, yanlış inançlar, kayıtlar ve iletişim sorunları yatmaktadır. Kişi kendine yardım sürecinde tüm bunların üstesinden gelebilir. Bilgiler düzeltikçe, davranışlar değiştikçe, korkular dönüştükçe cinsel sorunlarda düzelecektir.

– Yaşanılan cinsel sorunun altında yatabilecek organik nedenler incelenirken mutlaka psikolojik öykü de ele alınmalı ve organik bir neden bulunamadığı zaman bir cinsel terapistten destek alınmalıdır.

– Doğru beslenme, doğru ilaç kullanımı, sigara, alkol kullanımını bitirmek ve düzenli spor yapmak önemlidir.

– Yaşadığınız sorunlar ne olursa olsun çözüme odaklanmak ve çözüm yollarını denemek gerekir.

– Sorunlarınızı uzmanlara danışarak çözüm yollarını birlikte aramalısınız.

– Eşinizle birbirinize destek olarak sorunu birlikte aşmayı deneyin.

– Sorunlar çözmek içindir felsefesini bu dönemde kullanmak işinize yarayacaktır.

Kolay gelsin..

Sağlıcakla…

Çok sert oldu!

Çok sert oldu! 150 150 dolunay

Hatırlarsınız geçen hafta Parafililer ile ilgili yazmıştım. Yani cinsel sapmalarla ilgili olan yazı… Yazımı okuyan pek çok okurdan “Çok sert olmuş var mı böyle tipler gerçekten?” gibi yorumlar aldım.

Gerçekten insan inanmak istemiyor, “Bir babanın kızına ilgi duyabileceği ya da birine şiddet uygularken keyif alınabileceği ya da kendi cinsel organını göstermekten ya da gizli gizli seyretmekten hoşlanabilineceği” gibi durumları insanın aklı almıyor, algılamıyor. Bizim algılamak istemememiz ya da inanmak istemememiz bu olayları bitirmiyor.

Geçen haftaki yazıdan iki gün sonra hepimizi sarsan bu konuyla ilgili bir olayla hepimiz sarsıldık. Tokat Zile de bir babanın,eşiyle birlikte kızlarına yıllardır cinsel şiddet/ensest uyguladığı ortaya çıktı.

Kızlar 16 ve 19 yaşlarında idi ve anne baba en az 6 yıldır kızlarıyla enset ilişki yaşıyor, çocukları darp ediyor ve şiddet uyguluyorlardı. Aklın çok ötesinde, vicdanın gölgesinin bile olmadığı bir yerde bu olaylar olmuş olmalı…

Yıllarca olan bu olaya bu iki çoçuk neden susdu, neden dayandı? Pek çok nedeni olabilir ama temelde her çocuk anne babası tarafından sevilmek ve kabul görmek ister. Genelde çocuklar anne baba onlara şiddet uygularken susar! Dışlanmak, kötü çocuk olmak istemez, ailelerini korumak isterler.  Kendi canlarını, sevdiklerinin canlarını korumak isterler.

Ne garip değil mi? Kocaman insanların düşünemediklerini küçücük çocuklar bilinç dışı yaparlar ta ki bıçak kemiğe dayanıncaya kadar!

Çevreden birileri fark edip yardım eli uzatıncaya kadar!

Çocuklar -eğer öğretilmemişse- kendilerini koruyamazlar, hele ki öz anne ve babalarına karşı kendilerini korumak akıllarından bile geçmez!

Başlarına geleni anlamaları, kabul etmeleri uzun zamanlarını alır. Belki de hiç kabul edemezler.

Bu iki genç kız bundan sonra nasıl nefes alacaklar, nasıl dayanacaklar hayata, ruh sağlıkları nasıl toparlanacak gerçekten çok merak ediyorum. Bir çocuğun mahremine yabancı bir el onay dışı dokunduğunda çocuğun güvenlik halkası kırılır. Peki, bir çocuğun mahremine babası, annesi dokunursa o çocuğa neler olur? Tahmin dahi etmek istemiyorum ama düşünmek lazım çünkü bu tür olaylar oluyor. Gözümüzü kapatsak da kapatmasak da olmaya devam ediyor. “Çözüme odaklanmalıyız” diyor içim..

Çocuklarımızın akıl ve beden sağlığını nasıl koruyabiliriz, kimlere görev düşüyor, tacize, enseste maruz kalan bir çocuğu nasıl farkedebilir ve nasıl yardım edebiliriz?

Öğretmenlere, velilere, komşulara, halalara, teyzelere, dayılara, amcalara… Yani hepimize görev düşüyor. Banane diyemeyiz. Bu tür işler göz kapatmaya, görmezden gelmeye, “Bizene, bu onların meselesi” demeye gelmez. Bu tür sapmalar, sapkınlıklar, insanlık suçudur ve asla “normalleştirilemez”.

Bu tür olayları yaşayan çocuklar da tam olarak eskisi gibi olamaz ne yazık ki!

Çok derin izler var artık ruhlarında…

Ve bilmediğimiz pek çok evde bu ve buna benzer olaylar yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor… Çocuklarımıza hayır demeyi öğretelim, hoşlanmadığı hiçbir davranışa boyun eğmemeyi, birazcık asi olmayı, iyi dokunuşu, kötü dokunuşu öğretelim… Evet, bunları çocuklara öğretelim de çocukları ailelerine karşı nasıl koruyalım? Nasıl anlatılır ki bu çocuğa? İşte buna tam bir cevabım henüz yok…

Sevgiyle…

Parafililer (Cinsel sapmalar)

Parafililer (Cinsel sapmalar) 150 150 dolunay

Parafili yani cinsel sapmalar, bir başka deyişle olağan cinsel uyaranların dışındaki unsurlarla cinsel haz ve doyum sağlanması. Daha da anlaşılması için bir kaç örnek verelim:  Eksibisyonizm (teşhircilik), voyerizm (röntgencilik), sadizm (acı çektirmekten keyif), mazoşizm (acı çekmekten keyif), pedofili (bebek ve çocuklara ilgi), fetişizm…gibi. Yani; parafililer nesneleri, kendinin veya cinsel eşinin acı çekmesini, çocukları veya onay vermeyen kişileri içeren tekrarlayıcı, yoğun cinsel uyarılma yaratan fantezi, dürtü veya davranışlar olarak tanımlanır.

Bireylerin cinsel sapmalara benzer fantezileri olabilir ancak parafili tanısı alması için sık tekrarlanması ve yapmadan durulamayan davranışlar haline gelmesi gerekir. Parafililer çoğunlukla erkeklerde görülür.

Genellikle birden fazla parafili bir arada görülebilir ve bu tip kişilerde kişilik bozukluğu veya başka psikiyatrik hastalıklarda görülebilir. Cinsel suç işleyenlerde en az 2 parafiliye rastlanır. Bununla birlikte parafilik davranışlarının bir kısmı yasal değildir ve ağır cezalar söz konusudur. Örneğin; çoğumuzun tüylerini diken diken yapan pedofili gibi… Sürtünmecilik, röntgencilik, teşhircilik gibi…

Birkaç parafiliyi detaylandıralım isterseniz… 

Pedofili ; çoğunlukla yetişkin erkeklerde görülür. Cinsel tatmin için ergenliğe girmemiş çocuklarla fiziksel veya cinsel temas yönlendirme durumudur. Çoğunlukla çocuğu tehdit ederek, cinsel ihtiyaçlarını karşılar. Çocuğu okşama, cinsel bölgelerine dokunma, kucağına oturtma ve okşama gibi… Cinsel ilişkiye girmeye zorlama ya da çocuğun hayatına kast etmek, çoğunlukla görülmez ancak pedofilik kişide başka psikiyatrik rahatsızlıklar da varsa bu durumlar söz konusu olabilir.

Pedofili pek yüreğimin dayanabildiği konu değil.

Çocuk pornografisi izlemek de sapma olarak değerlendirilmektedir ve pek çok ülkede olduğu gibi bizim ülkemizde de kanuni olarak suçtur. Bu arada hatırlatmak isterim Dünya Sağlık Örgütü, “18 yaşın altındaki tüm insanlar çocuktur” demektedir.

Teşhircilik: Cinsel doyuma ulaşabilmek için cinsel organını, organı görmek istemeyen başkasına gösterme ihtiyacı. Yani organı gösterilen kişinin bu konuda onayı alınmaz. Teşhirci, cinsel organını başkasına gösterdiğini hayal eder ya da gerçekten gösterir. Bu olmadan kendini huzursuz hisseder ve cinsel haz alamaz. Bu davranış çoğunlukla göstermekle kalır, cinsel ilişkiye zorlamak ya da girme ihtiyacı pek görülmez.

Röntgencilik: Soyunan, cinsel ilişkiye giren kişi ya da kişileri izlemekten cinsel keyif alınır. Çoğunlukla gerçek cinsel ilişkiye girmekten çekinirler ve izlemekten aldıkları zevki cinsel ilişkide almazlar.

Mazoşizm: Aşağılanmaya, işkenceye, cezaya maruz kalmaktan; köleliğe, itaate, hizmete zorlanmaktan cinsel haz alma ve bu yolla orgazma ulaşma.

Sadizm: Aşağılama, işkence yapma, ceza verme, itaat ettirme vb. kullanarak cinsel doyuma ulaşma.

Zoofili: Hayvanlarla ilişkiye girme ve bundan cinsel haz alma.

Podophilia: Ayağa duyulan cinsel ilgi.

Toplam 40’a yakın parafili var. Akıl sınırlarını zorlayan konular var. Zaten parafililer akıl dışı hastalıklar. Tedavileri de bir parça zor! Allah hepimizin aklını korusun eğer akıl sağlığımızda sorun hissediyorsak da lütfen bir ruh sağlığı uzmanında destek alacak cesaretiniz olsun.

Sağlıcakla…